Serin bir şubat akşamıydı. Saat yediyi bir geçiyordu. Son tabağı da yıkadıktan sonra önlüğünü çıkarıp kabanının düğmelerini iliklemeye başladı. İş arkadaşını selamlayıp merdivenleri tırmandı. Dört yıldır küçük bir lokantanın bulaşıklarını yıkıyordu. Yüzünden kırkı devirmiş olduğu belliydi. Saçlarındaki akların sayısı artmış ve soluk benzi ancak yakından bakıldığında fark edilebiliyordu. Yaşı ve yaşını belli eden ayrıntılar çok önemsediği şeyler olmayıp hâli vakti yerindeydi. Birkaç aykırı özelliği dışında sıradan bir insandı. Aykırılıklarından utanmamasına rağmen onları müthiş bir ustalıkla saklayabilmesi onu farklı kılıyordu. Mutsuz ve umutlu biri olduğunu bir iki dostu dışında bilen yoktu ve tanıdıklarının muhatap olduğu çehre genellikle mütebessimdi.
İş yerinden çıktıktan sonra kalabalıklara karışarak caddeye doğru yöneldi. Hava soğuk ve rüzgarsızdı. Buna rağmen âheste âheste yürümeye devam etmesi kafasındaki sorulara cevap bulabilmek içindi. Kaldırımın yola uzak tarafında yürürken gözüne iri fermuarlı yeşil bir çanta çarptı. Durdu. Hoşuna gitmişti. Evdeki çantaları aklına geldi. Bu çantayı da alırsa diğerlerinin arasında bekleyip yıpranacağından emindi. Bu çantaya gerçekten ihtiyacı yoktu fakat çantanın sahte câzibesi önceden aldığı çantalarda olduğu gibi onu zor durumda bırakmıştı. Birkaç dakika gidip geldi. Bu kararsızlık hâlini son zamanlarda sıkça yaşıyordu. Çok dikkat çekmese de yoldan geçenlerin bakışlarına mâruz kalmıştı. Rahatsız oldu. Yürümeye devam etti yalnız çanta da sürekli zihnini meşgul ediyordu. Cüzdanını, makyaj malzemelerini, nemlendirici kremini ve daha birçok eşyasını koyabilirdi ona. Eksikliğinde yoksunluk hissine kapıldığı yirmi maddelik sanal listesine bir madde daha eklenmişti. Bu liste çok uzun değildi fakat kırk yedi yıldır tamamlanmış olduğunu da hatırlamıyordu. Zihnindeki soruların bir kısmı da bu listeyle alâkalıydı. Düşünceli bir şekilde durağa geldi. Otobüse bindi. Kağıt beş lirayı uzatıp para üstünü almadan gözüne kestirdiği tekli koltuğa doğru ilerlemeye koyuldu. Şoförün “hanımefendi” diye seslenişi üzerine dönüp elini uzattı. Bozuklukları hızlıca aldı ve yerine oturdu. Şoförün söylenmelerini duymasına rağmen aldırış etmedi. Yorulmuştu. Bir an önce eve gidip saatlerdir gövdesini taşıyan bacaklarını uzatmak istiyordu. Otobüsün ağır aksak ilerleyişi ona insanları seyretme fırsatını tanımıştı. Başını yasladığı soğuk ve kirli cam dışarıyı seyretmesine mâni olmuyordu. İnsanların çoğu koyu renkli elbise tercih etmişti zaten bu mevsimde de mantıklı olan buydu. Derken gözüne yeşil çantalı bir kadın ilişti. Biraz önce vitrinde gördüğü çantayı hatırladı ve durduk yere canı sıkıldı.
İndi. Birkaç sokak geçtikten sonra evine vardı. Üşengeç bir tavırla ayakkabılarını çözdü. Kapıyı araladı. Yüzünü yıkayıp salona yöneldi. Uykusu gelmişti. Televizyonu açtı. Bir iki kanal dolaştı. Kapattı. Yatmaya karar vermişti ama bugünkü verdiği son karar bu değildi. Odasına çekildi. Pijamalarını giyip lambayı söndürdü. Başını yastığa koydu, yorganını üzerine çekti ve “Yarın ilk işim o çantayı almak olacak.” diye mırıldandı. Günün sonunda istemediği bir karar almış olsa da sevinçliydi. Direnmişti çünkü. Bu sefer öncekilerden farklı olmuştu. Önceki çantalarını ya görür görmez alıyordu ya da alma kararını şimdikinden çok daha erken veriyordu. Bu kararı geç alabilmek dahi ilerleme kaydettiğinin bir göstergesiydi.
Saat altıyı çeyrek geçiyordu. Güneş doğmuştu. Perdenin altından sızan ışıklar yüzüne çarpıp savruluyordu. Göz kapaklarının kısa süreli birlikteliğine son veren ışıklar olmayıp pencerenin önündeki demir parmaklıklara tutunan iki minik serçenin ötüşleriydi. Kuşları ürkütmemek için yavaşça doğruldu. Dinlenmişti. Yapacağı işleri planladı. Önce mağazaya sonra lokantaya gidecekti. Çok iştahlı olmasa da kahvaltısını yaptı. Üzerini giyindi ve çıktı.
Erken uyandığı için yürümeyi otobüse binmeye tercih etti. Yürümeyi seviyordu. Hava düne göre daha ılıktı ve gökyüzündeki mavilikler, seyrek de olsa, seçilebiliyordu. Mağazanın önüne geldi. Çantayı görünce içten içe sevindi. Yalnız çantaya karşı istek ve ilgisinin dünkü gibi olmadığını fark etti. Çantayı almaya ramak kalmışken onu gerçekten istemediğini fısıldadı bir ses. Bu ses derin bir yerden geliyordu. Anlamıştı. Karmaşık duygular içerisindeydi. Fazla üzerine gitmedi. Hemen toparlandı ve mağazaya girdi. Fiyatını sordu. Mâkûldü. Görevli işlemlerle meşgulken diğer çantaları incelemeye koyuldu. “Aman Allah’ım! Ne kadar çok çanta var, hepsini alabilmem mümkün değil.” diye içinden geçirdi. Parayı uzatıp poşeti aldı. Mağazadan çıkarken yüzü gülüyordu. Bu gülümsemeye sebep olan çantayı elde etmiş olmasından ziyâde satın alma kararını geç verebilmiş olmasıydı.
Dar sokaklardan geçerek ana caddeye çıktı. Çalıştığı lokanta caddenin sonundaydı. Kaldırımlar dün akşama göre daha tenhaydı. Esnaf dükkanları yeni yeni açıyordu. Bu saatlerde hava temiz olduğundan derin derin teneffüs etti. Adımları hızlı ve kararlıydı. Lokantaya geldi. İçeri girip alt kata indi. Sabah erken saatlerde müşteri çok olmadığından bulaşıkhanenin temizliğiyle ilgileniyordu. İş arkadaşı henüz gelmemişti. Portmantoya kabanını ve çantasını astı. Önce yerleri süpürecek ardından ıslak bezle camları silecekti. Fırçayı ve küreği alıp uzak köşeden süpürmeye başladı. Yaklaşık yarım saat sonra da camları sildi. Hafiften uykusu gelmişti. Isıtıcıya sıcak su koydu. Kahvesini hazırladı ve nadiren oturmaya fırsat bulduğu eski, derisi yer yer yırtılmış olan sandalyeye yaslandı. Kahvesini içerken yerleri ve camları inceledi. Camlarda iz ya da leke görünmüyordu. Yerler ise mükemmel olmasa da fena değildi. Kafasını kaldırdığında karşısında duran çantası gözüne çarptı. Gülümsedi ve kahvesini yudumlamaya devam etti.
Ahmet Selim ŞAHİN