“Sanki Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ndeyim.” diye düşünüyordu otobüsün camından duraktaki insanları izlerken. Bu kadar insanın neden her sabah erkenden kalkıp yollara düştüğünü sordu kendine. Sonra kendisi için tekrarladı aynı soruyu: O neden gidiyordu? Cevabı biliyordu bilmesine ama kabullenmek de istemiyordu. Kendisine yediremiyordu kabullenmiş olmayı. Cehaletin mutluluk olduğunu düşündü. Sonra etrafındaki insanlara bakınca kimsenin artık o kadar cahil olmadığına karar verdi. Çünkü herkesin yüzünde o bilmenin ama bir şey de yapamamanın, yavaşça kabullenmenin donuk, mutsuz, umutsuz ifadesini gördü. Herkes neler olduğunu biliyordu. Herkes neden olduğunu biliyordu. Öğrenilmiş bir çaresizlik mi? Belki.
İçinde, derinde bir yerlerde öfkenin saklandığını biliyordu. İçinde, derinde bir yerlerde yanlışları düzeltmek isteyen birinin, bir çocuğun, durduğunu biliyordu. Herkesin içinde, derinde bir yerlerde o çocuğun beklediğini biliyordu. Belki de mutsuzluğun nedeni o çocuktu. Onu hayal kırıklığına uğratmanın üzüntüsü her sabah insanların yüzüne vuruyordu… Ve o çocuk yavaş yavaş ölüyordu her sabah.
Elindeki telefona uzun süre bakakaldı düşüncelerinden ayrılıp da. O sabah gerçekten bir çocuk ölmüştü, kendi içindeki çocuğu düşünürken. Öldürülmüştü diye düzeltti kendini. Bir çocuk daha büyüyemeyecekti, çocuk kalacaktı. Bir çocuk daha…