Huzura kapalı, mutsuzluğa açık ve yoksulluğun zirvesinde bir yerleşim yeri burası.
Kapıların ahşaptan, uçurtmaların poşetten, hayallerin çöpten oluştuğu bir yer.
Bayramların festival, cenazelerin yemek yeme fırsatı olarak görüldüğü şehir “Nuakşot”.
Rüzgârlar diyarında, nadir beyazlardan biri olarak doğdum. Daha doğrusu burada unutulmuş yâda bırakılmışken bir koyun çobanı tarafından eski cami yakınlarında bulunmuş zavallı bir insanım. Zaten hayat böyle değil midir? Kendinize yön vermedikçe ne rüzgârın yardımı olur ne de zamanın. Balıkçılık ve hayvancılık ile geçinen bu halk her şeye rağmen hayata tutunuyor çöl iklimini umursamıyor ve şükrediyorlar.
Abdu Jaffar, hem annem hem de babamdı. Güldüğünde gözüken buğday renkli dişleri ile kahverengi bıyığı karikatürize edilmiş bir çizgi roman karakteri gibi duruyordu. Günden güne yeni bilgiler ediniyor yaşama bir anlam yüklemeye çalışıyordum ki dokuz yaşıma geldiğimde Babam hastalandı. Tam bir hafta yatakta ateşler içinde kıvranarak yattı. Hacılar, hocalar, şifacılar yardımıyla zar zor şekilde iyileştiğinde ise ölüm korkusundan sanırım zehirli tüm hayvanları, avlanmayı, bıçak kullanmayı öğretmeye karar verdi.
Gözlerimin içine bakarak “Bak oğlum; bunları sadece zor durumda kalırsan kullanacaksın keyfe göre zarar vermek yok” bir nefes alıp gözlerini açabildiğince açıp, işaret parmağını ileri geri sallayarak “anlaşıldı mı?” diye de tekrarladı.
Çok anlıyormuş gibi kafamı aşağı yukarı tamam şeklinde salladım. Bu kabul ettiğimin ve bilmeden başlayan yeni hayatımın belki de ilk işaretiydi. Ufak tefek sakatlanmalar yaşıyor ama vazgeçmiyordum. Bir keçi kadar inatçı bir koyun kadar sessizdim bu yüzden sanırım babam bana hep “çöl tavşanı” diye hitap ederdi.
Hafif rüzgârlı bir gün. On yaşında çöldeki evimizde bir yabancının ayak seslerini duyuyorum. Başımı kaldırdığımda tanımadığım bir yüz, adımı söylüyor. Beynimin savunma mekanizması harekete geçmiş olacak ki hemen cebimdeki bıçak aklıma geliyor. Kapıda ki yabancı içeri girmek isterken Kimsiniz diye soruyorum “Babanızın arkadaşıyım” diye cevap veriyor. Şaşkın bir şekilde “Babama bir şey mi oldu?” diye sorduğumda sessiz kalıyor, beni yerde duran şiltelere oturtuyor ve karşıma geçip konuşuyor.
“ Benim adım Damien Fabre, Fransız hükümeti için çalışıyorum.”
Nasıl yani? Abdu Baba ajan mı?
İki elini birbirine zıt şekilde sallayarak
“Hayır hayır gerçek babanız devletine hizmet vermiş bir görevliydi. Bize bıraktığı bilgiler yeni elimize geçti ve sizden yeni haberimiz oldu. Sizi ülkenize geri götürmeye geldim.”
Ne diyeceğimi bilemezken koyun çanlarının sesini duydum ve Babamın yanına koştum. Güneş gözlerine doğru düştüğünde eliyle gölge yapıp gözlerini kısarak ağzı açık bir şekilde bana bakıyor neler olduğunu soruyordu.
“Anladığım kadarıyla biyolojik babam Fransa için görevli biriymiş ve beni Fransa’ya götürmek için gelmişler.”
“Bazen böyle başlar her şey, bir hata sonucu oluşur tüm olasılıklar. Bir kaybettiklerimiz aklımızdadır, bir de geride bırakılanlar.”
Ben, rüzgarlar diyarının nadir beyazlarından Faraji Jaffar.
2 comments
Hoş geldin. Lütfen hikayelerine devam et, çünkü çok güzel yazıyorsun diye düşünüyorum. Beğenerek takip edeceğim, hayatta başarılar 🙂
Hoş buldum. Çok teşekkür ederim, tabii ki de devam edeceğim. Her şeyin gönlünüzce olduğu güzel günler diliyorum…