Beşimizde de büyük bir heyecan, büyük bir çekingenlik… Avcılardan Fındıkzadeye gelene kadar düşündüklerimi, planlarımı bir bilseniz… “Onu öyle yaparım, şunu şurda sorarım…” herşey hazırdı kafamda. Lakin öyle olmadı.
Önce büroyu bulduk. Bu çok zor olmadı bizim için. Gerçi navigasyonum bizi yanıltmıştı ama olsun sora sora bulduk. Sonrası uzun bir bekleyiş… “Birazdan gelirler, biraz daha bekleyelim, yoksa bugün gelmeyecekler mi?” Milyon tane düşünceyi geçirdik kafamızdan beşimiz de.
Bir baktık ki yokuş aşağı doğru bir adam geliyor.Yaşlı, takım elbiseli ve aynı Sezai Karakoç’a benziyor.Adam bize doğru yaklaştıkça kalbim daha hızlı çarpmaya başladı.İyice yaklaşınca gördük ki hiç alakası yok. Başka birisiymiş.Ama uzaktan ne çok benziyordu. Sonrası yine bekleyiş… Kapının merdivenlerine oturmuşuz bekliyoruz.Bende artık yavaş yavaş mahcubiyet başlamıştı. Çünkü herkesi ben toplamıştım. Eğer gelmezse gerçekten çok mahcup olurdum.
Aradan biraz daha zaman geçti. karnımız acıktı. Yemek yemeye karar verdik. “Ne yiyelim?” diye düşünürken iskenderde karar kıldık ve mis gibi iskenderlerimizi yedik.Yemek yedikten sonra son bir şans diyip tekrar zili çaldık. Otomatik “pat” diye ses yaptı ve kapı açıldı. Hiçbirimiz beklemiyorduk böyle birşeyi. umutsuz umutsuz “belki” diyerek gelmiştik çünkü. Önce beşimiz de birbirimize baktık. Hepimizde heyecan hat safhada. Sanırım kapıdan büroya girene kadarki sürede bütün bildiklerimi unutmuştum
Büroya ilk girdiğimizde bizi Üstad’ın yardımcısı genç bir arkadaş karşıladı. “Biz Sezai Karakoç’la görüşmeye geldik. İçerde mi acaba kendisi?” diye sorduğumda “İçerde deyip bizi buyur etti.
Bürodan ilk girişte karşınıza kitaplık çıkar.Üstad’ın bütün kitaplarından falzaca vardır bu kitaplıkta. Kitaplarının her biri ve her baskısı farklı renkte olduğu için kitaplık gökkuşağı gibidir adeta. Sağ tarafta mutfak vardır.Solda ise Üstad’ın bürosu. Büroda karşılıklı iki duvarda masa vardı. Ortada ise beş – altı adet sandalye ve bir – iki sehpa.
Odaya ilk girdiğimizde herkes “Selamunaleykum” demişti ben ise sadece “Merhaba”. Heyecandan ne diyeceğini bile karıştırıyor insan. Ama Allahtan sonrasında öyle olmadı.
Selamlaşmadan sonra Üstad hepimize isimlerimizi ve nereli olduklarımızı sordu. Aramıdaiki kişi Diyarbakırlıydı yani Üstad’ın hemşehrisiydi. Onlara Diyarbakır’ın neresinden olduklarını da sordu.Sonra “Hepimiz işte böyle farklı farklı yerlerden gelmişiz.” dedi.
Hiçbirimiz lafa giremiyorduk. Odada sessizlik oldu bir an. Üstad bu sessizliği “Evet” diyerek bozuyordu. Bizimse artık muhabbete bir yerinden girmemiz lazımdı.Bu arada çaylar geldi. Hepimiz çekingen çekingen çaylarımızı karıştırdık. Bu arada Üstad lafa girmişti.Eskilerden başlamıştı anlatmaya. 60’lar, 70’ler, 80’ler, Özallar, Erbakanlar… Hatta o sırada Erbakan Hocayla rasında geçenleri de anlattı: ” O zamanlarda ağızdan ağıza yayılıyordu ‘namaz kılan profesör’ diye. Tabi millet özlemişti böyle adamları.Hatta bana bir teklifte bulunmuşlardı. Milli Gazetede yazma teklifi. Kabul etmiştim. O sıralarda seçimler olmuştu. Tek başına iktidar olamadı Erbakan. CHP ile koalisyon yaptılar. Benim görüşüm koalisyondan yana değildi. Bir dahaki seçimlerde tek başına iktidar olmasıydı Erbakan’ın. Görüşlerimiz ayrıldığı için bende gazeteden ayrıldım.”
Keşke o esnada konuşulanları keilme kelime, harf hard hatırlayabilsem. Üstad çok güzel konuşmuştu ülke siyaseti hakkında. Zaten Ankara Siyasal bilgiler mezunuydu. bunu bildiğim için bir soru sordum: “Efendim, siz Ankara’da okumuş, yaşamış birisisiniz. Ankara ile ilgili birşey sormak istiyorum. Cahit Zarifoğlu ‘Yaşamak’ kitabında Ankarada camilerin yeraltında olduğunu yazmış. Ankara’da okumuş yaşamış biri olarak bundan bahsedebilir misiniz bize?” Üstad: “Ankara, eski Ankara, yeni Ankara diye ayrılıyordu o zamanlarda. Yeni Ankara cumhuriyetten sonra kurulan Ankaraydı ( Üstad burda birkaç ilçe saymıştı.) Tabi haliyle yeni Ankara’nın camileri yerin altındaydı.Hatta bununla ilgili yazılmış ‘Mabedsiz Şehir’ diye bir kitap vardır okumuş muydunuz?”
Herkes çaylarından birer yudum daha aldı. Bu arada Gülnur tam soru soracaktı ki bütün kelimeleri birbirine karıştırdı heyecandan. Sonra da bir gülme aldı nedense. Allahtan hepimiz araya girdik de toparladık. Sorusu şuydu Gülnur’un: “Dergiyi nasıl kurmuştunuz?” Üstad: ” Arkadaşlarımla beraber kurmuştuk. Zor günlerdi. Bir yazıdan dolayı mahkemelik olunabiliyordu.Bundan dolayı partiyi de geç kurduk. Tabi geç kaldığımız için bize seçmen kalmadı. Var olan partiler insnları gerek reklamla gerek propagandayla yanlarına çekti. Bunlar pahalı işler. Bizimse o kadar bütçemiz yok. Bir de birşey olsa, bir fikir belirtsek hemen ‘Sen şairsin karışma böyle işlere, şiirine bak’ diyorlardı. Halbuki ben siyasal Bilgiler mezunuyum.”
Üstad’ı gerçekten hiç anlamamışlar. Belki de anlamak istememişler. Diriliş’in bürosunun dolup taşması gerekirken bizim gittiğimizde bomboştu. Üstad öylece bekliyordu. Bekliyordu ama neyi? Anlaşılmayı bekliyordu zannımca, Mona Roza’ya hapsedilmemeyi bekliyordu, Diriliş Neslinin Amentüsü’nün-Yitik Cennet’in-Kıyamet Aşısı’nın Mona Roza’dan daha çok bilinmesini, duyulmasını bekliyordu.
Bu arada Nurdan çayı dökmüştü. Nasıl yaptı, nasıl becerdi hiç hatırlamıyorum ama ömrüm boyunca unutmayacağım, hatırlayınca tebessüm edeceğim, belki ilerde çocuklarıma, torunlarıma , öğrencilerime anlatacağım bir anı olmuştu birden.(Bunun için Nurdan’a teşekkürler 🙂 ) Sonra üstad’ın yardımcısı geldi. Çay dökülen yeri şöyle üstünkörü bir temizledi ve biten çayların yerine yenisini doldurdu.
Üstad’ın çay tabağı bizimkilerden farklıydı.Sekizgen bir tabaktı onunkisi. Konuşurken genelde çay tabağını köşelerinden tutup çeviriyordu. Bazen de cebindeki bozuk paralarla oynuyordu.Arada sırada da elini kalbine getiriyordu Üstad.Bu anlarda çok tedirgin oluyorduk hepimiz.Allah korusun birşey olmasından korkuyorduk.
Ben, bu sırada Üstad’ın sandalyesinin yanında rulo şeklinde bir kilim gördüm.Sanırım bu onun seccadesiydi.Bir anda dikkatimi çekmişti.
‘Yedi Güzel Adam’ dizisi o zamanlar yeni başlamıştı.Konuya oraya getirdim: “Bize biraz Yedi Güzel Adam’dan bahsedebilir misiniz?” Üstad anlattı: “Maraştan ortaokulu bitirdikten sonra ayrıldım.Çünkü lise lise yoktu Maraşta. Ben Maraştan ayrıldıktan birkaç sene sonra lise açılmış.Arkadaşlarım da bana haber vermişti lisedekileri.(Üstad Yedi Güzel Adamdan Cahitler diye bahsetti hep) Öyle tanıştık Cahitlerle. Sonra onları Necip Fazılla da tanıştırdım.Bir yerden sonra herkes kendi yoluna gitti.İçlerinden siyasi partilere girenler oldu…”
Üstad, Necip Fazıldan bahsetmişken ona Necip Fazıl’ı da sormak istedim: “Necip Fazıl’ın yakınında biriydiniz.Bize biraz da Necip Fazıldan ve Büyük Doğudan bahsedebilir misiniz?” Üstad sandalyesine yaslandı ve başladı anlatmaya: “Şeyh Galip, Mehmed Akif, Necip Fazıl, biz hep aynı yolun yolcularıydık.İslam üzerine konuşur yazardık. Necip Fazıl da tabi dönemin en önemli şahsiyetiydi.Adeta bir okuldu.O zamdan bu zamana birçok nesil onu okuyarak kendini, fikir dünyasını geliştirdi.Büyük Doğu bizim gibi düşünenler için çok önemliydi. Hatta bir keresinde büyük Doğuya bir mektup göndermiştim.Mektubum çok beğenilmiş, elden ele dolaşmış ve sonra kaybolmuş.Necip Fazıl bana bir mektupla dönüş yapmıştı ve bunları anlatmıştı mektubunda.”
Üstad bunları konuştuktan sonra yine bir sessizlik oldu.Bu sessizliği de çalan telefon bozdu.Ben çalan telefonun bizden birine ait olduğunu düşünüp mahcup olmaya başlamıştım ki Üstad elini cebine attı ve telefonunu çıkardı.Ahmet adında biriyle konuştu.Anladığım kadarıyla bir arabanın lastiği patlamıştı, onu konuşuyorlardı.
Telefondan sonra Üstad bize Büyük Doğuda yazılan, yaşanmış bir olaydan bahsetti: “Ankarada bir milletvekili çocuğuyla beraber meclisin bahçesinden yürürken dönemin Diyanet İşleri Başkanıyla karşılaşmışlar. Vekil ve Diyanet işler Başkanı selamlaşmışlar. Diyanet işleri başkanı sarığı ve cübbesiyleymiş. Kanun olarak bir tek onun yetkisi var böyle birşeye. Çocuk da dışarılarda böyle giyinen adamları hiç görmediği için şaşırmış ve babasına ‘Baba bu hangi dinin papazı?’ diye sormuş.Ne acı değil mi! Çocuk papazı biliyor ama imamdan habersiz. İşte Necip Fazıl böyle bir dönemde, herşeyin, dinin bile unutturulmaya çalışıldı bir dönemde Büyük Doğuyla karşımızdaydı.” Hepimiz anlatılan bu olay karşısında şaşkına dönmüştük.İnsanlar ne hale getirilmiş diye düşünüyorduk…
Aklımda bir soru vardı. Zaten hep ben konuşmuş, hep ben soru sormuştum.Bunun da verdiği o güvenle aklımdaki soruyu rahatça sordum: “Efendim, bizler öğretmenlik okuyoruz. Bize özel olarak tavsiyeleriniz nelerdir?” Üstad yine koltuğuna yaslanarak: “Tabi donanımlı olmanız lazım hepinizin. Çoğu şey hakkında bilgili olmalısınız. Yerli ve yabancı klasikleri özenle okumalısınız. Çok geniş bir okuma yelpazeniz olmalı.”
Aslında daha soracak çok soru ve konuşacak çok konu vardı ama saat epey ilerlemişti. Gülnurla şöyle bir göz göze geldik.”Kalkalım” gibi bir işaret yaptı. Bu arada Enesle de göz teması kurarak anlaştık ve izin isteyerek kalktık. Enes çıkarken: ” Sizi bir gün üniversitemize bekleriz.” diye bir davet yaptı. Üstad: “Biz gelemiyoruz, biz üniversitedeki arkadaşları partimize bekleriz.Her cumartesi partide konuşma oluyor.Oraya bekleriz.” dedi. En sonunda ise Gülnur bir hatıra fotoğrafı istedi ama Üstadın cevabı hepimizde bir tebessüm uyandırdı: “Malesef fotoğraf çekemiyoruz.”
He güzel şeyin sonu olduğu gibi bu güzel muhabbetimizin de sonuna gelmiştik.Bu güzel muhabbeti artık en güzel anımız olmuştu…