Hala elindeki kaleme bakınıyordu şair. Kalemin her bir nakşında binler hatıranın ve serencamın izlerini sürüyordu gözlerine. Gözlerin sedası, sinesine bir kadeh ab ile sunuyordu, hayatın tozlu renklerini. O renklerin iklimi, bulanıklaşmış yaşamına berrak soluğunu üfürüyordu deminden. Unutulmuşluklarını yeniden yâdının bohçasına döküyordu. Bir eskimiş ezginin tonları, her dem yeniden alev buluyordu. Bir bahçe kapısı oluyordu kalemin nakışları sonra. Kalem, zarif ve bir o kadar emektar parmakların aşkını gözleriyle emmişti. Bir yüreğin kerpiç hüznünü süslenmişti suretine. Ve yazı diye şaha durmuştu. Şimdi o zarif ellerden döküntü mısralar, şairin gönül ininden parmaklarına akıyordu arifçe… Şair, o ellerin tenha köşesine kıvırdı dudaklarını. Zikrini dinledi nice vakit. Gecelerin yaş ile sulaklanmış duaların tutuştuğu ellerin zikriyle cuşa geldi. Huruşun encamıyla buluşturdu aşkını. Ve o aşk yürüdü. Yalnızlığın devşirildiği sokaklara yürüdü. Sokakların olmadığı, dört duvar taşlarla örülü derviş kulübesine vardı yolu… Dervişan burada pervane oluyordu gecelerce. Burası ne de yuusuf kokuyordu… Burası ne de üstat kokuyordu… Bir mektebin yürüyen seslerini hissediyordu içinde şair. Hayat burada bir başka ritimle dinleniyordu meğer. Kendi köşesinde saraylarını inşa eden yuusufların ‘hay’ inlemeleriyle tiktaklanıyordu saatler ve dakikalar saniyelerle beraber… Burası mana tebessumleniyordu her bir adımında. Her bir rengi, ötelerin sesiyle uyandırıyordu ziyaretçilerini. Birazcık da ‘şey’ kokuyordu bura. Adını koyamadı şair o ‘şey’in… ‘Şey’ çok şey ifade eden bir hakikatti aslında. Her şeyi bu ‘şey’ ile anlatmak, ifade etmek elbette mümkündü. Hakeza bu ‘şey’in afsunlu bir anlamı da vardı. ‘Kelimenin sihriyle..’ denmek istenen tam da bu ‘şey’ olsa gerek… Şair o ‘şey’ in perdesinin altında ürkek basamaklar giyindi ayaklarına. Basamaklar bir kuyuya iner gibiydi. Basamaklar berzaha gider gibiydi. Ve basamaklar bir mağaranın midesini yarar gibiydi. Ve basamaklar diye devam eder giderdi bu tutmamış olsaydı, mısralar… Garip, tuhaf, tenha… Hayatın dışından akan bütün kelimeler önceden sözleşmişçesine, kalemin ucunda toplanmış gibiydi. Hali ve vaziyeti arz etme yarışına girmişlerdi sanki her biri… Öylesine bir telaş ile düşüyorlardı ki nakışlı kalemin ucundan nakış nakış, kâğıdın rengi bir anda siyaha boyanıyordu. Matem serasına bürünüyordu kâğıt. Ve harfler, kelimelerin bu hengâmında eziliyorlardı. Canı acıyordu şairin. Ne de çokmuş fedaiyanı pürmelalin, diye içlendi…
Yuusuf suretinde bir resim çiziyordu şair, kelime ve cümlelerle. Fırçası, yuusuf kuyusundan nakışlı kalemi… Tuvali, mahsum ve masum birkaç tomar ışık ve şairin gözleri… Renkleri, menekşenin dudaklarından dökülen vaveyladan esinti… Ve bunlara şair, nevruz soluğunu aşk ile serpiştirdi . Tuvalin böğründen, elmanın diğer yarısı, hüzün tebessümüyle yükseldi böylece. Şair, aşk dokunağını besteledi o tebessümde. Bahtını gördü. Canı gördü. Canana kan çiçeği lekeleyen yâri gördü. Huşu ile tazime durdu. Bükük belini çatık kaşlarıyla dürdü. Mahcup bakışlar edindi andan…Yuusuf, gülücüğünü cömertçe verdi ağzına şairin. Şair irkildi. Yutkundu. Göğsünde neşenin nefesi namaza durdu. Aşkı kıble edindi namaz. Huşuyu binek… Âlâ harfini dokudu kursağına şair. Şakıdı sonra onu. Bir bülbül feryadınca okudu şiirini. Kum kuçelerinin kendisiyle raksa durduğu yâra serdi içini. Gül resmeden nevayı söyledi titrek sesiyle. Ses bir ince tınıyla, vardı kulağına elmanın diğer yarısının. Neyin nefesini çekti yüreğine kulaklar. Bir ağıtın kınası üfleniyordu parmak uçlarında. Ve devam eden bir an döndü durdu bağrında ışığın, gözlerin ve kalemin… Rengin, tuvalin ve menekşenin ve fırçanın alnında gezinen sevdalı bir çengin; kalktı, semaya durdu.
Şair, elmanın diğer yarısını ahizenin diğer ucunda sesini işiterek tanımıştı. O ne canlı ne sıcak ne akraba bir sesti öyle… Sandı ki sesin sahibiyle kırk yıllık cananlık etmiş. Ve sonra bir vakit o sesin bağına düşmüştü yolu. Geçiyordu sadece. Yıllar önceydi. Ve ses özgürdü o zamanlar. Kafese konulmamıştı hala. Merdivenleri çıktı. İçeri geçti. Kenara, kıyıya oturdu. İçerden bir ses, meltem gibi bir ses, değmişti kulaklarına. Tanıdıktı. Bu o olmalı, diye geçirmişti içinden. Hala onu canlı görmemişken bu o, demişti, bu o ses… Ve aynısıyla o ses de daha görmemişken şairini, gelişini hissetmişti yüreğinde. İçeri geldi ses. Sesin canlılığı, simanın canlılığı,tebessümün ve nefesin canlılığı ve sarılışın canlılığı… Şairin yüreği diz çökmüştü tüm bu canlılıklar fezasında. Buncasını taşımaya mecali kalmamıştı. Sadece kayboluşu hissedebiliyordu o gözlerde. Bir daha sarılmak ve o sarılışın depreminde bir daha sarsılmak istedi şair. Yapamadı. Olmadı. Akışına bıraktı kendini… Muhabbetin semasında cejne durdu.
– Aç mısın, diye sordu ses.
– Açım, dedi şair.
Ses, mide açlığı zannetti. Çırpınarak fırladı yerinden. Öğleden kalma tırşık yemeğini şairin önüne katık etti. Şair utandı. Bir yandan huşuyla yemeye çalıştı, öte yandan sesin ninnisine daldı. Yemeğini yedi.
-Hadi seni gezdireyim, dedi elmanın diğer yarısı. Şairin içi içine sığmadı o an. İçinde teller koptu. Aşağı caddeye çıktılar. Şair arkasına bindi. Motosiklet hareket etti. Sarılmak istedi sıkıca sese. Yapamadı. Sadece tutacağa tutunmakla yetindi. Hızla şehrin öte yanına ilerlediler. Ana caddeden şehrin sokaklarını tekerlekleriyle çiğneyerek ilerledi bu çift kişilik kervan. Sonra evlerin arasında kayboldular ve epeyce uzaklaştılar. Şehrin öteki çıkışına yöneldiler. Artık evler tek tük çıkıyordu karşılarına. Önce tepeden baraja bakındılar bir süre. Patika yollardan yemyeşil buğday tarlalarına aktılar… Başaklar kıyama durmuş gibiydi. Şairin aşkına semaya kalkmış gibiydi. Tabiat, nevrûz fistanını giyinmişti. Çiçek kokuları sürünmüştü koynuna. Ne de güzel kokuyordu. Az evvel yağmış olan yağmurun toprakla çiftleşen kokusu, dimağlara ne de hoş değiyordu… Yol boyunca konuştular. Durdukları her köşe başında kelimelerle öpüştüler. Ve aşk ile dertleşip söyleştiler. Şair, mest ridasını bağlamıştı gönlüne. Bir pınarın coşkunluğu yeşeriyordu kalbinde şairin. Ruhu asuman diyordu… Melekût… Ruhu aşk mevlidini terennüm ediyordu. Sonra sonraya geçildi. Sonraki ana gelindi. Gelinmeyesice… Bitti dağıldı an. Ve hatırat testisine eklendi. Bir fotoğraf karesi gibi dondu zaman değirmeninde. Şair inanmak istemedi. Ayrılık bir çizik daha attı duvarına vuslatın. Âşık ile maşuk ayrılık çanını duyumsadılar. Bakıştılar. Sadece sustular. Hişbûn döküldü dudaklarına ikisinin de. Ve daha kötüsü ki bu, şairin gönlüne bambaşka bir acının tohumlarını serpiyordu. Ses yolcuydu. Yuusuf iline yolcuydu. O karanlık mahzenlerin yolcusu… Ama sesin tevekkül rengi, neşeli ve bir onca iştiyak hali, şairi bir başka hayrete sürüklüyordu.
– Beş yıl, dedi. Dile kolay. Beş yıl. Zindan… Mahkûm… Ne tuhaf. Artık hiçbir şey hissetmiyordu şair. Hiçliğin üç ayaklı ağacının boşluğunda pervasız sallanan ruhu, artık hiç olmuştu. Ne de özleyecekti oysa…Gönlünde mazlum Rehberinin kederden sızan şu sözünü çıralamıştı. ‘’Şehitler ve tutuklular bir elmanın iki yarısı gibidirler. Aynı tadı, aynı kokuyu verirler’’ Bir tek defacık gördü şair, elmanın diğer yarısını. Ve bir daha göremedi o şehirden ayrıldıktan sonra. O şehre nice defa daha gitmişti ama. Sadece varlığından haberdardı. Bazen selam yolluyor. Bazen de selamlarını alıyordu. Ve az evvel, şu sabah namazı deminde, bir paha gelmişti elmanın diğer yarısından hediye olarak şaire. Bir yüzünde şair nakşedilmişti. Öteki yüzünde ‘’Söz&Kalem’’ Sevincini aşkına bulayıp yolculamak istedi o an. Ve şu haykırışı ulağın cebine iliştirerek…
‘’Caan bu can sana qurbaan..!’’
*Ağacan İsmailime, Adıyaman Cezaevinde bulunan değerli ağabeylerime ve yurdumun tüm güzel yuusuflarına ve güzel adamlarına acizane ve naçizane ithaf ve hediyemdir. Kabul edilmesi temennisiyle…Xoda yâr inşallah…