Mehmet nakil ilmühaberini almak ve tayin işlemlerini elden takip etmek için personel daire başkanlığı binasına girdi. Dün evraklarını teslim ettiği toparlak suratlı memuru yerinde bulmak umuduyla o tarafa doğru yöneldi.
- İyi günler benim nakil ilmühaberim vardı. Dün bırakmıştım. İmzadan çıktıysa alıp, elden takip etmek istiyorum.
- İsim neydi?
- Mehmet Kalaycı.
- Dün mü bıraktınız?
- Evet, dün sabah gelmiştim. Yarın sabah imzadan çıkar, kendiniz alıp elden takip edebilirsin demiştiniz.
- Sizin elinizdeki evraklara bi bakayım.
- Bunlar tayin evrakım ve onaylı suretleri.
- Onaylı suret iki tane mi?
- Evet.
Memur böyle bir evrağı hayatında ilk kez görüyormuşçasına dikkatle incelerken, Mehmet kalemde çalışan diğer personellere, bir köşede fıldır fıldır dönerek tıkış tıkış odayı serinletmeye çalışan eski püskü vantilatöre, sağa sola özensizce bırakılmış kâğıtlara, raflarda artık yıllardır beklemekten iyiden iyiye yıpranarak sapsarı olmuş klasörlere, çay boşlarını alırken köşe masada oturan memura argo el kol hareketleriyle bir şeyler anlatan çaycıya bakmaya başladı.
- Üç tane onaylı suret ve aslı lazım bize.
- Benim elimde iki tane var.
- Olsun, siz şu aslından bir fotokopi daha çektirip aslı gibidir yaptırın. Bu arada ben de nakil ilmühaberinizi vereyim. Ondan da üç tane onaylı suret yapılacak. Sonra bize geri getireceksiniz, biz üst yazı yazacağız. İşimiz bitince evraklarınızı toplu olarak veririz.
- Tamam, sağolun.
- Ha bir de bir buçuk liralık damga pulu lazım.
- Buyurun.
- Bu ne?
- Bir buçuk lira.
- Devlet dairesinde elden para verilir mi kardeşim?
- ……………
- Girişte mühür-damga var oraya gideceksin. Oradan bir buçuk liralık damga pulu alacaksın. Bir saniye bekle, nakil ilmühaberini vereyim.
- ………….
- Yalnız nakil ilmühaberi burada değil. Başka bir yerde mi bırakmıştınız? Evrak kayıtta filan?
- Yok, dün buraya bırakmıştım.
- İsminiz ne demiştiniz?
- Mehmet Kalaycı.
- Ayşegül Hanım Mehmet Kalaycı’ nın nakil ilmühaberi sizde mi?
- Sonra beni feysbuktan eklemiş, fotoğraflarımı beğenmeler, yorumlar, methiyeler düzmeler bi gör.
- Ayşegül Hanım?
- Yok canım ne işim olur ya. Parasız, pulsuz apaçinin teki.
- Ayşegül Hanım?
- Du bi dakka canım yaa. Birisi bişey soruyor. Buyrun Naim Bey?
- Mehmet Kalaycı’ nın nakil ilmühaberi sizde mi?
- Yok bende değil…Canım ne diyordum? Benim şu subay olan vardı biliyorsun, Erdem. Nişanlanmış haspanın tekiyle…..
- Mehmet Bey evrakınız bizde değil. Siz bi de evrak kayıttan sorun.
- Dün kendim getirip buraya bırakmıştım da?
- Bizden oraya gitmiş olabilir.
- Yazıyı getirirken numara aldığım yer mi?
- Evet, oraya bi sorun.
Mehmet, hamam gibi sıcak, leş gibi havasız odadan çıkıp nispeten serin koridora kendisini attığında, nasıl bir işe bulaştığının farkında bile olmadığı için yüzüne safça bir iyimserlik hâkimdi. Labirent gibi koridorlardan geçerek evrak kayıta ulaştı.
- İyi günler. Ben bi evrak arıyodum. Kalemden burada olabileceğini söylediler.
- Hangi kalem?
- Personel daire.
- Ne evrakıydı?
- Nakil ilmühaberi.
- İsminiz?
- Mehmet Kalaycı.
- Ne zaman gelmişti evrak.
- Dün ben elden getirmiştim.
Memur bir taraftan parmağını evrak kayıt defterinin üzerinde gezdirirken bir taraftan kendi kendine konuşuyordu.
- Dün, dün, dün. Mehmet Kalaycı mı dediniz?
- Evet.
- Bak kardeşim işte burada. Evrağa sayı vermişiz, on iki bin yedi yüz elli dokuz. Evrak bizden geçmiş. Siz kaleme yeniden sorun.
- Orada bulamadılar da?
- Dur şu küçük kâğıda yazayım. Numarası on iki bin yedi yüz elli dokuz. Bu numarayla sorun.
Mehmet evrak kayıt bankosunun önünden ayrılıp, labirent gibi koridorlardan yeniden geçerek kaleme girdiğinde; toparlak suratlı memur yarı eğik vaziyette dikilmiş, masasındaki evrakları karıştırıyordu. Biraz önce çaycının argo el kol hareketleri yaptığı memur masasına pavyon fedaisi gibi yayılarak oturmuş; yaka bi yanda kravat bi yanda gülümseyerek bilgisayar ekranındaki bir şeylere bakıyor, kadınsa hala telefonla konuşuyordu.
- Şey… Evrağı orda bulamadılar da?
- Ne dediler.
- Evrak bizden numarasını almış, bizle işi bitmiş, burda olmaz dediler.
- Tamam da kardeşim bizde de yok görüyorsun.
- Numarası on iki bin yedi yüz elli dokuzmuş.
- Allah Allah! Ayşegül Hanım?
- ………………
- Ayşegül Hanım?
- Yok kızım ya bikinili fotoğraflarımın instagramda ne işi var. Koyar mıyım hiç, memleket sapık, abazan dolu.
- Ayşegül Hanım?
- Bi dakka canım ya, burası çok yoğun bugün. Buyurun Naim Bey?
- Ya bu Mehmet Kalaycı’nın nakil ilmühaberi sizde mi? Numarası on iki bin yedi yüz elli dokuz.
- Yok bende dedim ya. Gelmedi bana öyle bi evrak.
- Mehmet kardeşim sen bi arşive bak. Eksi birinci katta arşiv var. Bazen karışıp yanlışlıkla oraya gidiyor evraklar.
Mehmet kalemden çıkıp alt kata inen merdivenleri bir süre arandıktan sonra; tozlu, paslı tırabzanlardan tutunarak aşağıya doğru inmeye başladı. Arşive yaklaştıkça yoğun, kesif ve yakıcı bir koku burun deliklerini yakarak ciğerlerini dolduruyordu.
- İyi günler. Ben personel dairenin kaleminden geliyorum. Bi evrakımı bulamadılar da acaba yanlışlıkla buraya mı geldi diye size gönderdiler.
- Ne evrakıydı?
- Nakil ilmühaberi.
- Ne zaman gelmiş evrak?
- Dün ben elden getirmiştim.
- Hıım, yok o bizde olmaz, arşive en yeni bir senelik evraklar gelir.
- Yok mu yani?
- Kardeşim bir senelikten daha yeni evrak bulunmaz burda. Çoğu zaman bir senelik evrak bile gelmez. En yenisi üç dört seneliktir.
- Hayır, burada olduğunu söylediler de?
- Hayret bişey ya. Nereyi bitirdin kardeşim sen?
- Nasıl?
- Hangi okulu bitirdin?
- İşletme
- Anadolunun seksen bir vilayetine üniversite açtılar. Herkes üniversite mezunu oldu.
- …………
- Bak kardeşim sen kaleme geri git, arşivde yeni evrak olmuyormuş, öyle söylediler de.
Mehmet öfkeden yükselmeye başlayan tansiyonu ve arşivde ciğerlerine dolan toz yüzünden nefes nefese kaleme girdi.
- Arşive gittim, burda yeni evrak olmaz dediler.
Memur Mehmet’in yüzüne bir anlığına baktığında; vaziyetini ve yüzünün aldığı hali hiç beğenmedi. Babacan tavırlarla ona bir çay ısmarlayıp biraz yumuşatmaya ve kaybolan evrakın suçunu bir başkasına atmaya karar verdi.
- Bulamadılar demek, buyurun oturun lütfen.
- Hımm, bulamadılar.
- Sizi de koşturduk bir oraya bir buraya. Aslında devlet dairelerinde nizam, intizam olsa vatandaş da mağdur olmayacak. Ama ne gezer beyim. Görüyorsun işte. Bi çay söyliyim sana hararetini alır.
- Yok sağolun içmiyim ben. Evrağı bi bulsaydık…
- Benim evrak sepetim işte bu. Altını üstüne getirdim ama yok. Elinizde götürüp bir yerlere bırakmış olabilir misiniz acaba? Ya da bir yerlerde unutmuş… İyice bi düşünseniz?
- Yok, dün buraya bıraktım. Yarın gelip buradan alırsın, elden takip edebilirsin dediniz.
- Ayşegül Hanım?
- Kırmızı eteğin altına fuşya ayakkabı giymiş. Bir rüküşlük bir kokoşluk paçalarından akıyordu resmen.
- Ayşegül Hanım?
- Feysbuğunda da sevgilisini gördüm. Ağzım açık kaldı kızım. Dibim düştü dibim. O rüküş karıya o adam. İnsanda çirkin şansı olacak…
- Ayşegül hanım? Sizin evrak sepetinizde Mehmet Kalaycı’ nın nakil ilmuhaberi var mı?
- Hımm işte buradaymış. Yalnız aslı gibidir onaylı suretleri eksik. Şu aslından üç tane fotokopi çekilip personel şefinden aslı gibidir yapılacak…Neyse canım orada mısın? Hımm, kafede otururken mi gördün sen, birlikte mi geldiler?
- Buyurun Mehmet Bey bu yazıdan üç tane fotokopi çektirin. Personel şefi aslı gibidir yapsın. Sonra bize geri getirin.
- Şu yanınızdaki fotokopiden çekebilir miyim?
- Ayşegül hanım. Şu evraktan üç suret fotokopi çekebilir misiniz?
- Ne bu?
- Mehmet Bey’in evrağı. Üç suret lazım.
- Vatandaşın evrağını burada çekemeyiz. Devletin makinesi bu; toneri dünya para, kâğıt da cabası. Tüyü bitmedik yetimin hakkı var yani. Dışarıdaki Gürcan Kırtasiyeye gidin. Tam bizim dairenin karşısındakine gitmeyin sakın. O resmi evrak çekimini yapamıyor. Gürcan Kırtasiye yolun biraz aşağısında.
Mehmet biraz toparlandı, yutkunarak sesini ayarlamaya çalıştı. Kara Sevda dizisindeki Emir Kozcuoğlu gibi tirat atmanın zamanı gelmişti… Ne söyleyeceğini düşünmeye başladı ; -Ayşegül Hanım! Beni iyi dinle şimdi. Sen, bir kenar mahalle dilberi olan sen, Mehmet Kalaycı’yı kafana göre oraya buraya gezdirebileceğini mi düşündün? Düşündün di mi? Seni zavallı! Ama sizin odaya mahsus bir özellik bu. Hadsiz bir özgüven! Biriniz pavyon fedaisi gibi yaka bi yanda paça bi yanda koltukta yanlamış oturur, biriniz ki, burada kimi kastettiğim gayet açık, hayatımda gördüğüm en yelloz, en kezban, en çirkef karılardan biri, biriniz güya söylediklerini anlamamışım diye hangi okulu bitirdiğimi sorar… Boğaziçi mezunuyum ulan ben! Ama bugün dersinizi alacaksınız. Bir daha kimseye bana yaptığınızı yapamayacaksınız!-
Sırtını düzeltip omuzlarını kaldırarak, kafasında tasarladığı bu cümlelere henüz başlamıştı ki; heyecandan içine kaçan sesi, sessiz bir osuruk gibi çıktı. Kendini toparlayıp ikinci cümleye geçtiğinde heyecandan bir taraftan sesi titriyor bir taraftan nefessiz kalarak boğulacak gibi oluyordu. Eğer bir cümle daha kursa heyecandan olduğu yere yığılıp kalacaktı. Kalemdekiler olan bitene bir anlam veremeyen şaşkın gözlerle yüzüne bakıyorlardı. Koşar adımlarla kalemden ve sabahtan beri bir o tarafa bir bu tarafa koşturduğu binadan çıktı. Temiz hava yüzüne ve ciğerlerine dolunca, birazcık kendine gelir gibi oldu. Bir alkolik gibi titreyen elleriyle cebinden bi sigara çıkarıp; “Hep isimden oldu. Adamdaki isme bak Emir Kozcuoğlu. Bi de benimkine bak, Mehmet Kalaycı. Bu ne len” diye düşünmeye başladı. Sigarasından derin bir nefes çekip, kalemdeki karıya inat tam karşısında duran Özlem Kırtasiyeye doğru yöneldi.