Yıllardır insanlar bazı terimler bulmuş ve onlara anlamlar yüklemişlerdir.Sonra o yükledikleri anlamlara esir düşmüşler ve inanmaya başlamışlardır.İnanç nedir tutsaklığımız mı yoksa gönülden esir olduğumuz bir tutku mu?
Çocukluğunuzu düşündüğünüzde aslında inancın ve inandırılan tüm olguların bize ait olmadığını anlayacaksınız.Bunu şu örneklem ile bağdaştırmak yerinde olacaktır diye düşünüyorum.’’Hücreler eğer olumsuz koşullar içindeyseler ölümsüz olmayı seçer.Etraf uygun ve güven anlamında yeterli seviyede ise hücrelerimiz çoğalmayı seçer’’.İşte biz insanlar da ilk insandan beri doğal dürtülerimizden olan güvenli yeri bulduktan sonra çoğalmak isteriz.
Kendimizde olan bilgileri yeni hücrelere aktarmak isteriz.Mağara dönemlerinden sözüm ona modern 21.yy insanlığına kadar bu hep böyle olmuştur.Bilim,ilim,felsefe tüm bu bilgiler,evren-kozmos hep ama hep bölünerek kendilerinde olan bilgiyi çoğaltarak ilerlemişlerdir.İşte bize olanın açıklaması budur.Yaşama ilk kez gelen ve kendisi çevresi hakkında tek bir bilgisi olmayan –ki John Locke buna İnsan aklı doğduğunda boş bir levha (tabula rasa) idi ve deneyimler onun üzerine izler bırakıyordu şeklinde açıklama getirmiştir- küçük insanlar dünyayı deneyimleyerek öğrenmek yerine başkalarının deneyimlerini öğrenmek zorunda kalıyorlar ve taklidi taklitten öteye gidemiyorlardı.
Bunu araştırıp öğrenenler,sorgulayanlar,idam edilenler,dinden ve toplumdan soyutlanmak zorunda kalanlar elbette oldu.Ama asla böyle bir hareket bırakın dünyaya yayılmayı üç-beş delinin zırvası damgası yemekten öteye gidememiştir.Bunun nedenlerini araştırdığımızda ise yine karşımıza çıkan arkaik insandan beri içimizde olan temel eğilimlerimizdir.Güven.Bunları bilmek işimize gelmez.Eğer bize öğretilen her şeyin yalandan ibaret olduğunu bilirsek,düşünsenize ne devlet olurdu nede toplumlar,ne de gram ileri gidebilirdik.
Ben burada saçma sapan komplo teorilerini ortaya atmıyorum.Fakat sevdikleriniz,idealleriniz,dinlediğiniz müzikler,okuduğunuz kitaplar,eğitiminiz,hayalleriniz ve hatta duygularınız her şeyin sahte olduğunu bilmenizi istiyorum.Hiçbir şey ama hiçbir şey size ait değil. Bunu bizim toplumumuza mal etmek gerçekten çok büyük bir ayıp olur çünkü toplumu oluşturan insanlar nasıl toplumdan sorumlu ise,dünyayı oluşturan makro bir insan topluluğunda toplumlarında birbirlerinden sorumlu olmak zorundadır.
İşte bunu anladığınızda ortaya çıkan kavramın adı farkındalık.Yolculuk yazımın sonunda yazdığım bir söz vardı.İşte değişim burada ortaya çıkıyor,Olduğunuzdan farklı biri olarak değil -ki olamazsınız(Sadece kötü bir taklit)- olduğunuz şeyin farkına vardığınızda başlıyor.Yazının giriş cümlesine şimdi bir bakın.
O inandığınız inançlar,uğrunda ölecek kadar sevdiğiniz tutkular şimdi size ne hissettiriyor? Bakın ben bunlar olmasın demiyorum.Çünkü olmazsa bizi bu yaşama bağlayan bir bağda olmaz ortadan kalkar.Yaşam kendine bir amaç edinmek ve onun uğrunda savaşmak gerektirir.Fakat demek istediğim kendi amaçlarınız.Bu dünyada iz bırakmak önemli midir artık onu size bırakıyorum ama iz bırakan insanlar bir izi takip eden ve ondan bir süre sonra ayrılarak kendi yoluna gidenler olmuştur.
Şimdi sıra sizde.İzleri kalınlaştırmaktan vazgeçin.Unutmayın konuştuğunuz her kelimenin,kurduğunuz her hayalin,yaşadığınız her acının,kazandığınız bütün zaferlerin,kaybettiğiniz her savaşın daha önce birileri tarafından yaşanmış olması ve sizlerin bunun ilk defa yaşıyormuş gibi davranmanız onun olmadığı anlamına gelmez.Okuyun,izleyin,Yapın.
Yazımı bu kez de şu sözle bitirmek istedim:
Kavrayışı bir suç, doğumu bir ceza, yaşamı bir iş ve ölümü de bir gereklilik olan insan kendisiyle nasıl gurur duyabilir ki ?
Arthur Schopenhauer