İçimi hiçbir şeyle dolduramamanın, sonsuz boşluğumun tarifsiz ağırlığını yaşıyorum.. Öyle büyük bir boşluk ki neyi içeri alsam kütlesini yok sayıyor, ağırlığına meydan okuyorum, Yol alamıyor, yer kaplayamıyorum.. Bu yüzden bazen feza denilen yerin benim içim olduğunu, oranın aynalarla kaplı kara deliklerden oluştuğunu düşünürüm. Ama ekseriyetle insanlar hep hafif, kokusuz, hacimsiz kalır. Bana uğradıklarında kimi çürür, kimi yeşerir, kimi delirir, kimi akıllanır, kimi çocuk, kimi adam olur, kimi ise kadın.. Bense kalabalık ve kayıp.
Bir tek aşk dolduruyor o sonsuz boşluğu, bir tek o anlamlı kılıyor varoluşumu. Tapınma ihtiyacımı onunla karşılıyor, ibadetimi ona yapıyordum. Günahlarımı acı çekerek sıfırlıyor bir süre inzivaya çekilip yeniden aşık olarak tekrar günah işlemeye başlıyordum. Aklım bir tek aşıkken başımda değildi. Ve bu da düşünmek istemeyen zihnim için muazzam bir fırsattı. Uçsuz bucaksız boşluğa kendimi bir şekilde iliştirmek zorundaydım.Tüm derdim başımı tüttürmüşken üstelik başım da fena efkârlıyken, aşk geliyor ve ben yavaşça bulutları karıştırıyordum ellerimle.
Aşk denilen şey sevdiğin yanındaysa yerini sevgiye, değilse; bir çiçeğe, yazılan satır arasına, bakılan gökyüzüne bırakır. Ama illaki salar sırasını. Bir kadın doğurur aşkı boşluğa, vatansız toplumsuz kimliksiz doğar aşk. Kuralları, tarihi yoktur doğduğunda. Bir kadın üfler tutkuyu aşka. Kavgalar, ayrılıklar sırat köprüsüdür aşkın. Yokluğunu kabul ediş kabir azabı, vazgeçiş mahşeridir. O yüzden bir kadını anlayabilmek aşkı anlayabilmektir. Ancak bir kadını anlayabilen hayatı anlayabilir, es kaza yaşamaktan vazgeçebilir..
Güzelliği tekil kişi başlatabilir fakat güzel kalmak çoğulluk gerektirir. Tam da bu sırada farkediyordum. Varoluşum, her “fakat” dediğimde ilk günkü belirsizliğine geri adım koşarak yakınsıyordu. Olsun! kendimi kandırmak istediğimi inkar edecek değildim.
En mutlu zamanlarım payımın paydamdan epey büyük olduğu zamanlardı.Tam sayı bile olabiliyordum kimi zaman. Ne güzel ! Bazen durduk yere içimde bir acı hisseder onu hangi notaya es etsem diye düşünüp dururdum. En güzel aşk şarkımı söylerken çıkarıp asmak isterdim kendimi birdenbire re minöre. Sonrası sessizlik…
Hayat dediğin; insanların tek başına veya toplum olarak sana – yeterince – kötü olamadığın için haketmediklerini yaşatmasından ibaretti. Bunu anladığım günden beri aşk acısını bu acıya yeğledim. Bunun için de suçlanacak değildim ya?
Albert Camus “Kendimi mi öldürsem yoksa bir fincan kahve mi içsem?” diye sorduğunda anlamıştı ölümüyle kendi yaşamı arasındaki olamayan farkı. İnsan bir kere ölüyor onda da nefes almaya devam ediyor. Aldığın nefesin verdiğine oranı sıfır onda yirmi sekiz. Fazla bile, ciğerlerin yanıyor…
Bir çürük iple teyelliyoruz kendimizi hayata. Dikiş tutmuyor. Üzerinden tekrar geçeceğimiz meçhul.
O yüzden aşkla kalın..
.