Hava dönüşüyor. Bense aynı yerdeyim. Sıkıntılı geçen yaz mevsiminin son günlerinde belki de son sıcak kumlara ayaklarımı sokmuş hala dinlenmeye, zihnimi yatıştırmaya çalışıyorum. Ani bir kararla çıktığım, ne yaptığıma ve ne yapmak istediğime karar vermek, kafamı toplamak istediğim tatil bir boka yaramamış gibi görünüyor.
Yarın o plazanın kapısından bir kez daha içeri gireceğim. Belli ki aynı kararsızlıkla, belki de son kez. Ya aynı şeyleri hazmetmeye devam edeceğim – ki benden beklenen bu- ya da isyan edip özgürlüğü seçeceğim. Bu kadar kolay mı? Değil tabii… Sorunlarla düğüm olmuş iş hayatımı tatile taşımayacağımı düşünüyordum ama şimdi kendimi kandırmışlığımla yüzleşiyorum. Uzaklaşamadım.
Güneş alçalmaya, insanlar plajı bana bırakmaya başlarken ne otelime ne de mahkum olduğum şehre geri dönmek istiyorum. Kumsal turuncu renge boyanıyor benimle birlikte. İnsanlar azaldıkça sayıları artan kuşlar dans edip veda şarkıları söylüyor sahilde ve tepelerin arasında. Giderayak kal der gibi. Sen dur sevdiklerin buraya gelsin der gibi. Sağlık sigortasız ve özgür kal… Sağlık sigortamı düşünüyorum resmen. Köleliğimi sağlam kazığa bağlayan şeyleri. Tam da bu anda öğrencilik yıllarımı, idealistliğime sığındığım, standartlara henüz alışmadığım, alım gücüm için saçma rekabetler içine girmediğim zamanları özlüyorum.
İçimin gerilimi seyreltilmiş aklıma ince kumları döven dalgalar gibi vuruyor. Ben bunları düşünürken manzaranın ne anlamı var? Her şeyi gözden kaçırma, gerçekten görememe, hissedememe, duyumsayamama hissi ile yine ve yeniden üzülüyorum. Bakıyorum ama görmüyorum. Rahatlamak için son çare olarak aklıma onu getiriyorum… Son zamanlarda beni en çok rahatlatan şeyi, onu düşünmeye hevesleniyorum.
Issız plajın kumları üzerinde küçük adımlarla bana doğru yürüdüğünü, sessizce yanıma oturup aynı güneşe, kapanışa baktığımızı hayal ediyorum. Konuşmamıza gerek yok. Tüm problemler hiç içime çekmediğim kokusuyla çözülüyor. Kafam dinçleşirken hayalimde bile dilim tutuluyor. Tüm duygusal ve duyumsal hazlar tek bir yönü işaret ediyor. Parmakları arasında duran sigarasından aldığı derin iç çekişleri duyuyorum. Dumanı içine çekerken benim ihtiyacım olan tüm havayı da tüketiyor sanki. Farkında. Kayıyorum. Nefes alamıyorum. Almak istemiyorum. Onun oluyorum. Bedenine karışıyorum. Çekimine kapılmak hoşuma gidiyor. onda kaybolup nefesini dışarı verdiğinde atmosfere karışıyorum. Sanki öncekinden fazlayım. Sanki daha doygun, daha umutlu…
Gün boyunca güneşin altında kalmış tenim O bana dokunmuşçasına ürperip üşüyor. Kadifemsi beyaz teninin bende yarattığı güçlü elektrik akımıyla diken diken oluyorum. Tahmin edemiyorum ellerinde ölmeyi ve yeniden doğmayı. Başımı çeviriyorum. O hala uzağa, aslında gerçekten olduğu uzaklara bakıyor. Baktığımı biliyor. Sadece kendi seçtiği anda dönüp beni süzüyor. Gözlerimiz birleşiyor bir an. Kapılar açılıyor. Gözlerinin içinde başka dünyalar, yaşamlar, olasılıklar görüyorum. Tüm kadınlığı ile davetkâr.
Aramızdan ılık bir rüzgar geçiyor. Bu davete karşılık vermemek elde değil. “Hemen değil” dercesine gözlerini kısarak manidar bir gülümseme takılıyor dudaklarına. Ne düşündüğümü biliyor. Gözlerini kumlara çeviriyor. İnce dudakları genişlediğinde yanağında sevimli çizgiler oluşuyor. O minyon yüzün üzerinde ansızın ortaya çıkan gamzelere gömülmeyi vasiyet ediyorum. Öpmeye başlasam, bunun bir sonu olup olmayacağını kestiremiyorum. Bedenim uyanıyor. Dudaklarım oynuyor, hayallerime eşlik ediyor. Utangaçlık çöküyor üstüme. Bir gören olur diye yüz üstü dönüyorum havlumun üstünde. Etrafıma bakıyorum. Kimse yok. Lanet olsun; nerede olduğumu ve kumsaldaki yalnızlığımı hatırlıyorum. Karanlık yarın döneceğim şehir gibi çöküyor üstüme. Hızla toparlıyorum eşyalarımı. Çantamda ona yer kalmıyor. Hayalim ellerim arasından kayıp gidiyor.
İşten ayrılmak kolay belki, peki bu hayali artık görmemek? onu görmemek? “Artık” ne çarpık kelime her iki anlamı içinde. Acı verici, kötücül. Çantamın fermuarını çekerken bir şarkı dolanıyor dilime; “Yalnızlık ömür boyu…”
Kumsalı arkamda bırakıp sırt çantamla merdivenden yukarı çıkıyorum. Tepeye vardığımda son defa dönüp birkaç gün önce keşfettiğim kumsala bakıyorum. Bir daha ki gelişimde burayı daha iyi hazmetmek, gerçekten görmek istiyorum. Belki sadece dalgaları, kuşları dinler, sadece kumların üzerinde tüten buharı seyrederek uyurum. Belki o gün yanımda… Belki… Olur…
Küçük kasabanın alışıldık kaldırımlarından, doğal bitki örtüsü şişme timsahların, can simitlerinin, plastik topların, paletlerin arasından geçiyorum. Hediyelik eşya satan dükkanlar, barlarla dolu sokak henüz boş sayılır. Bir haftadır dadandığım bar taburesi üzerine yığılacak başka insanları bekliyor artık. Buzsuz double viskilerimin yükünü çeken barmen Neco ile selamlaşıyoruz. Aklım çeliniyor. Oturup son bir buzsuz double indiriyorum susamış mideme. Yanıyor boğazım. Bir şeylerin acısını çıkarırcasına hızlı tüketiyorum alkolü. Neco bu sendromu bir mevsim boyunca binlerce kişide görüyor olmalı. “Hiç bahsetmedin. Kim bu?” diyor. “Kim mi?” diyorum. Anlaması mümkün değil. Anlatmadım. Yine “Kendi kendime mi konuştum yoksa?” diye geçiriyorum içimden. “Bahsettiğin gibiyse o müdür dediğin herif ayrılmak senin için kolay, biliyorsun” diyor. “Ama, arada kalmış gibisin. Geride bırakacağın her neyse onu düşünüyorsun sanki… Yoksa bu kadar mesele etmezdin.”
Beni çözmek bu kadar kolay mı? Belki de bunu göstermek için bu kadar zorluyor beni müdürüm. Bu yüzden durmadan aşağılıyor! “Belki de…” diyorum. Çenemi de aklımı da kapatıyorum. Katilimin bıçağını yalamak üzereyim.
Neco cevap beklemiyor. Adımı bile bilmezken çıkmazlarımı sezebiliyor. Beni benle bırakıp bir başka müşterileriyle ilgilenmeye başlıyor. Döndüğünde “O kadar mı belli?” diye soruyorum. Gülümsüyor. “Biliyor mu?” diye soruyor. “Bir tane daha versene sen bana” diyorum gülümseyerek. “Kabalığımı bağışla ama; çoğu zaman cevabın ne olduğu değil, cevabı almak önemlidir” diyor. “Cevabını alırsan, ne olursa olsun yoluna devam edebilirsin. Arada kalmak kötü.”
Cadde hala bomboş. Tatil boyunca gördüğüm insanların benimle aynı kaderi paylaştığını, son geceleri olabileceğini hayal ediyorum. Boş barlar ve barlardaki nice Necolar ne olacak? Bizim arkamızdan ıssızlaşan sokaklarda hikâyelerimizi, çıkmazlarımızı birbirlerine anlatıp gülecek, üzülecek ve artık double viskileri onlar mı yudumlayacak? Otele doğru yürümeye başlıyorum.
Birden onu görüyorum. Birbirine benzeyen minik, değişik hayvan figürinleri arasında onu hatırlatan siyah bir kedi figürini beliriyor gözlerimde. Hediye eşyaları satan dükkanın tezgahı önünde ne kadar dikildiğimi bilmiyorum. Alıp almama kararsızlığım yan tarafta, hasır sehpada oturan orta yaşlı kadını fark etmememe sebep oluyor. Yeni gelen çayını karıştırmaya başladığında kulağıma gelen ritmik metalin cama çarpma sesi bir hipnoz seansını başlatır gibi her şeyi susturuyor. Sadece o şıkırtı var çevremde. Şeker erimiş olmalı ki müzik bitiyor. Kadına hangi itiraflarda bulduğumu bilmiyorum. Başımı ona çevirdiğimde birbirimize gülümsüyoruz. Yarısını içtiği çayını sehpaya bırakıp yanıma yaklaşıyor.
Aynı şeye bakıyoruz. “Makine değil, el işidir” diyor aklımı çelmek istercesine. Çelinmeye ihtiyacım yok. Kedileri sevip sevmediğimi soruyor. Sorunun cevabını düşünürken aklımda o kadın var. Sadece cinsellik mi? Obsidyen taşından, eski Mısır’dan, bir çok tapınmadan, pek anlamadığım mistik ve arkeolojik şeylerden laf açıp ağzımı arıyor. Dinlermiş gibi yapıyorum. Benliğim kedinin gözlerine sabitlenmiş olduğu yerde duruyor. Sözünü henüz bitirmemişken dudaklarım hareketleniyor. Kararlı bir sesle “Alıyorum” diyorum.
Figürini alıp masasına sessizce, isim vermeden bırakmayı, sonra onu gözlemlemeyi, merakla ve heyecanla kim olduğumu merak etmesini arzuluyorum. Onun aklını karıştırma fikri garip bir heyecan veriyor bana. Tasarımım kaçak oynamak, gereksiz bir şekilde hayatına müdahil olmak gibi geliyor bir dakika sonra. Kedileri ne kadar sevdiğini biliyorum. O bir kedi. Uzanıp elime alıyorum figürini. Kadın paket yapmak için uzatıyor parmaklarını. Bırakmak istemiyorum. “Gerek yok. Teşekkür ederim.” diyorum. Yüzüme yaklaştırıyorum Obsidyen kediyi, içimden “Ezgi…” diyorum.
Uykulu gözlerle yatağımdan kalkıyorum. Tatil sonrası ilk gün iş’e gecikmemek için daha hızlı olmalıyım. Plazanın kapısından girdiğim anda bir gün önceki kumsalı zorlukla hatırlamaya başladığımı fark ediyorum. Lanet ederken suratım düşüyor. Masama oturduğumda camekanlı odasında oturan müdürün bana odaklanmış sert bakışlarını görüyorum. Hafızamdaki tüm tatil bir anda yok oluyor. Nereye gittiysem orada kalmamı istiyor sanırım. Ben de istiyorum açıkçası. Gözden geçirilmesi gereken raporlar birikmiş. E-postalarımı cevaplamaya çalışıyorum. Birkaç saat sonra zorlukla iş’e odaklanmışken insan kaynaklarının tüm çalışanlara attığı E-postayı, Ezgi’nin ismini görüyorum. Çantamdaki figürini hatırlayıp masamın üstüne, klavye ile benim arama yerleştiriyorum. Planımı uygulamaya geçmeliyim.
Öğle yemeği saatini beklerken zaman geçmiyor. Saat kaçta sıraya girdiğini, kimlerle yemek yediğini biliyorum. Elektronik saatim beklediğim zamanı gösterdiğinde cesaretimi toplayıp alt kata iniyorum. Bir terslik var. Hala masasında. Canı sıkkın, gözü ekranda. Farkında olmadan yaptığı, birkaç dakikada bir sandalyesinde altına aldığı ayağı üzerinde dikilip tekrar oturma hareketinden anlıyorum gerilimini. Ekrana içine girecekmiş gibi bakıyor. Bir başkası tarafından görülebilirim. O günün bu gün olmadığına karar verip masama dönüyorum. Cebimde dokunup durduğum figürin taşın yapısından olsa gerek avucumla beraber ıslanıyor. Kediyi bilgisayarımın solundaki evrak rafının üstüne koyuyorum.
Günler günlerin ardından. Hafta hiç olmadığı kadar hızlı geçiyor üzerimden. Ritüelimi bozmuyor her seferinde hayal kırıklığına uğruyorum. Cuma günü oluyor. Bir haftadır boşuna çabaladığımı düşünmeye başlıyorum. Hafta sert bakışlı müdürümün esaretinde geçen toplantılarım, “bir de bu gözle bak” diye geri yollanmış raporlarım, bir figürinle sohbet etmeme neden olan pek alışık olmadığım duygusal ve Ezgi’ye bir halta yaramayan yaklaşma planlarımla uzak dağların arasından batıyor. Hafta boyunca her alt kata inişim Ezgi’nin masasında olduğunu görerek nihayetlenmiş. Onunla konuşamadığım için kara kedim ellerimin arasındaki tek sohbet arkadaşım olmuş.
Sabah yorgun gözlerle masama oturduğumda çalışma evrenimin değiştiğini, akşam temizlikçilerinin kozmoslarımı kaoslarla değiştirdiğini fark ediyorum. Her şeyi yerli yerine koyup İdari İşler Departmanı’nı arayıp akşam temizlikçilerinin performansımı etkilediğini söylüyorum. Bildiğim dünya bardak altlığımın tasarladığım yerde durmasını gerektiriyor. Her şeyin hep aynı yerde durması üzerine kurulu hayatım. Bir şey hala eksik. Her şeyi yıkıp yeniden yapacak bir şey. O yok. Kediyi göremiyorum. İlk düşündüğüm şey başka bir yere gittiği. onun bile gönlü bende değil. Dönüp gelmeyeceğine eminim. Ofis ortamında her şeyin yer değiştirdiğini herkes bilir. Masum bir “buralarda bir kalem var mı?” sorusu ya da düşüncesi malzeme erozyonu yaratır. Düzen erozyon üzerinedir. Kaybettiğinizi düşündüğünüz bir hesap makinesi yıllar sonra size geri dönebilir. Tabi hala kovulmadıysanız ya da “kariyer fırsatları” için bir başka çarkın dişlisi olmadıysanız.
Telaşlanıyorum. Kediyi ararken bir isim dikkatimi çekiyor. Toplantıdan yeni çıkmış esmer kız “Kim düşmüş dedin?” diye soruyor. Sahte sarışın olan bir diğeri “Ezgi” diyor. “Düşmüş?!” diye düdük öttüren kara bir tren geçiyor içimden. “Düşmüş olabilir” diye ekliyor ve evrak rafının arkasına göz atıyorum. Figürin sıkışmış, çaresiz bir halde bana bakıyor. Düştüğü yerden alıp eski yerine koyuyorum. İçimde aşağı kata inip geçmiş olsun deme isteği büyüyor. Figürine gerek yok, gidip yanına, dimdik gözlerine bakarak geçmiş olsun demek yeterli. Ezgi’nin zor anından yararlanmaya çalışmak, kendim için gidip geçmiş olsun demek değil mi bu?
Aşağıya iniyorum. Ezgi masasında tek başına, hala o renkli excel sayfalarına bakıyor. “Tam zamanı” deyip yanına yaklaşırken etrafı geçmiş olsun dileklerini ileten kız arkadaşlarıyla çevreleniyor. Geriye adım atmak için çok geç. Kalabalığın ortasındayım. Bakışlar bana döndüğünde otomatikman toplantı odasını işaret edip “K19 burası mı?” diye soruyorum. Tabi ki değil. K19 bizim katta. “Hayır” diyorlar. Bunu söylerken diğer taraftan kendi katında, hatta çalışma masasının baktığı toplantı odasının yerini bilmeyen adamı şapşal buluyorlar. Gözüm bir anlığına Ezgi’nin olması gereken masaya dönüyor. Kalabalığın arasında kaybolmuş, sandalyesinde oturuyor olmalı ama görünmüyor. En azından düşmüş omuzlarımı görmediğine seviniyorum.
Masama geri dönüyorum. Hayat bana sırtını dönmüş kimin umurunda. Bir zaman bir yerlerde hoşuna gitmeyen bir şeyler yaptım belli ki. Güzel şeyler hayal etmiş, sebepsiz umutlanmış olabilirim. Bilmiyorum. Bana sırtını dönmüş kediyi o zaman fark ediyorum. Yüzü masamdaki sezona kötü girişin belgesi fikstüre bakıyor hâlâ. Kara kedi, gönül verdiğim takım, fikstür ve arka arkaya puan kayıpları. Daha neler. Böyle şeylere inanamama rağmen “Ne olur ne olmaz” diyorum içimden elimi kediye uzatırken. Kara kedi terlemiş gibi nemli. Birbirimizi görebileceğimiz bir yere, yüzü bana dönük, klavyemin yanına koyuyorum. Şimdide bir figürinden mi medet umuyorum?
Akşam işten çıkarken birinin beni izlediğini hissediyorum. Ezgi şirketin sigara içme alanında garip bir yüz ifadesiyle bana bakıyor. Beni görüyor, ben de onu. Birkaç saniye. Garip bir şey görmüş gibi çeviriyor kafasını. “Yüzümde, kıyafetimde bir gariplik mi var?” diye panikliyorum. Durduk yere bu bakışmada neyin nesi?… Gece, bana bakan o badem gözleri yüzünden uyuyamıyorum. Allahtan ertesi gün Cumartesi. Duyularım tavandan sarkan bir yarasa gibi tetikte. Bedenim enerjiyle, ona söylemek ve onunla yapmak istediğim şeylerle dolu. Bu sefer yarının Cumartesi olmasına lanet ediyorum. Bir müptela gibi iştahla arzuluyorum direkt bana bakan gözlerini. Bir bakışı buna sebep veriyorsa? Vay canına! Yeniden şarkılar söylüyorum…
Pazartesi günü masam yine dağınık. Sadece kedinin yerinde olup olmadığını kontrol ediyorum. Bu sefer kimseyi aramıyorum; bıraktığım yerde duruyor. Yontulmuş gözlerinin içine dalıyorum. Fikstüre bakmadığı hafta sonu bizim takım yine berabere. Sorunlu iş hayatım yok olmuş. Başka bir gerçeklikte, mutlu bir deli gibi bir kedi figüriniyle vakit geçiriyorum. Obsidyen kedinin benim için önemini düşünüp ceketimin cebine yerleştiriyorum. Saplantılı bir psikopat olup olmadığımı düşünüp tedirginim. Bir daha bana bakarsa mutlu olacağım. Manyakça! Kesinlikle delirdim.
Plazanın önünde kahve içerken sigarasını içine çeken arkadaşım kiralık ev aradığından bahsediyor. Konuşmaya başladığımda dinlendiğimi hissediyorum. Sağ omzumun üstünden hızlı bir bakış gönderiyorum arkama. Orada. Çok sesli bir gurubun içinde resmen bana bakıyor. Cebimdeki kedi yine terliyor. “İyi misin?” diyor yanındaki kız. Ezgi gülümseyerek “İyiyim. Düştükten sonra ani terlemelerim oluyor. Panik atak gibi. Masama dönsem iyi olacak.” diyerek orayı terk ediyor. “Eğer” diye düşünüyorum. “Eğer kedi?…” Düşündüklerime, yaptıklarıma inanamıyorum. “Elindeki ne?” diyor arkadaşım sigarasını söndürürken. Figürini değil de Ezgi’yi benden isteyecekmiş gibi sert bakan gözlerimi çevirip avucumu kapatıyorum. “Bir hediye” diyebiliyorum sesimi biraz yükselterek. “İyi misin?” diyor. Bilmiyorum. Kosmos’umun sınırındayım.
Figürini klavyemin yanına yerleştiriyorum nazikçe. Bana bakmasını istiyorum. Kedi? Ezgi? Ezgi’nin başına gelen ya da gelebilecek şeyler benim suçum mu? Onu korumam, uzaklaşmam gerektiğini düşünüyorum. Bir büyü gibi. İnternette büyüleri araştırıyorum. Cam odasındaki insan postuna bürünmüş kötücül varlık sert bakışlarını üzerimde dolaştırıyor. Voodoo objeleri, kişiselleştirme, yansıtma büyüleri. Çoğunlukla zarar vermeyi amaçlayan şeyler. Eski medeniyetler. Kedi. Özellikle siyah olanlar. Güçlü istek, dilek ve duyguların çok ciddi bağlar kurduğu el yapımı bez bebekler, figürler. “Lanet olsun!” diyorum yüksek sesle. IT departmanındaki iki arkadaşım dönüp bakıyor. “Lanet olsun bizim takım yine berabere” deyip onlara gülümsemeye çalışıyorum. Sebebi benim. Bu bağ kırılmalı. İstediklerimi almak için böylesi bir hileye başvurmak. Ne diyorum ben?! Benim yüzümden düşmüş. Benim yüzümden hastalanıyor. İnciniyor. Hissettiğim şeyler zarar veriyor. Uzak durmalıyım. Onun iyiliği için yok olmalıyım. Bu sadece cinsellik olamaz. Hoşlanıyorum. Hayır seviyorum. Ezgi’yi bu kadar çok isterken ona en uzak insan yine ben olmalıyım. Figürin ve Ezgi arasındaki asıl bağ benim. Tehlikeli bir üçgen.
Akşam, uzun süredir ilk defa gözlerim doluyor. Çok uzun süredir ilk defa. Kedi salonumdaki masanın diğer tarafından bana bakıyor. Artık figürini temizlikçilerin eline bırakamam. İhtirasım ile arayı açmam gereken mesafe arasında paramparça oluyorum. Uyuyabilmek için içiyorum. Buzsuz. Double. Boğazım yanıyor. Kasten kendimi yakmak istemişim gibi. Kâfi gelmiyor.
Ertesi gün beklediği onayı alan müdürüm cam duvarlarının arasından çıkıp tıslayan diliyle ismimi söylüyor. Çalıştığımız sürede göremediğim medeniliği beni kovarken gösteriyor. Gözlerindeki sertlik benim üzerimden edindiği güç hissiyle yapay bir orgazm sağlıyor gibi. Arada zevk titremelerini görür gibi oluyorum. Müdürüme aslında ne kadar acıdığımı düşünüyorum. Zavallı aşağılık. Kendiyle nasıl yaşadığını, aynada ne gördüğünü, böyle bir adamın ancak kendi egosuyla sevişip tatmin olabileceğini tahmin ediyorum. Ya da bir benzeriyle. Hoşuma gidiyor yarın burada olmayacağımı bilmek. Birden, birden Ezgi aklıma düşüyor. Belki de böylesi daha iyi. Ondan uzakta olursam bu çekim etkisi, büyü bozulabilir. Büyü mü? Belki de iyice deliriyorum. Yeni kariyer imkanım bu mu?
Masama dönüp eşyalarımı toplamaya başlıyorum. Kediyi klavyemin yanından alıp ani bir refleksle öpüyorum. Bir gören olup olmaması umurumda bile değil. Küçük kolimi kollarımla sarıp asansöre biniyorum. “Çıkış Katı”na basıyorum. Bir asansör kapısının kapanması insanı nasıl bu kadar üzebilir? İçim doluyor. Yalnızlığım “Seni unutmak mecburiyetindeyim…” cümlesinde sabitleniyor. Yutkunuyorum. Alt katta asansörün durduğunu fark etmiyorum. Ezgi’nin bindiğini anlamıyorum. Şaşkınlıkla elimdeki koliye baktığını göremiyorum. Çünkü onu, onun varlığından daha fazla düşünüyorum. Zihnim kocaman bir atardamar gibi inip kalkıyor, kan hiç olmadığı kadar hızlı akıyor içimde. Başımı kaldırdığımda yanımda duruyor. ondan onun için kurtulmak! Hayal etmenin gerçeğinden daha güzel olduğunu düşünmeye zorluyorum kendimi. Benden kaçması, deli olduğumu düşünmesi için gariplikler yapmayı tasarlıyorum. Artık hiçbir anlamı yok. Ondan gidiyorum.
Bana baktığını hissediyorum. İlginç bir şekilde ve hızla bana doğru dönüyor. Ne yapıyor? “Bana bak, yoksa çıldıracağım…” diyor. Bana mı? “Sesin. Toplantı odasını sorduğunda duyduğum ses. Sen olduğunu anlamıştım.” Halüsinasyon görüyor olmalıyım. “Söyle bana, ben çıldırdım mı Fuat?” diyor. Gerçek olup olmadığını anlamak için öpmek istiyorum…
İsmimi biliyor. “Dokunuşunu biliyorum, kokunu, sıcaklığını ve… Arzularını. Delirdiğimi düşünmeye başladım. Üstelik bundan hoşlanıyorum. Söyle bana, bu sen misin?” Tam olumsuz bir şeyler söylemeye hazırlanırken Ezgi ıslanan yanaklarıyla yaklaşıp dudaklarıma yapışıyor. Gerçek! Asansörün durmasını istemiyorum. Ta ki bizi o uzak kumsala, dalgalara, turuncu güneşin batışına götürene kadar. Beraber nefes alıp veriyoruz. Beraberiz. Bunu sonsuza kadar yapabileceğimi düşünüyorum “düşünüyorsun” diyor. “Bunu sonsuza kadar yapabileceğini düşünüyorsun.”
Elimdeki siyah kedi figürini o an parmaklarımdan kurtulup yere düşüyor. Paramparça. Korkuyla Ezgi’ye bakıyorum, ne düşündüğümü anlıyor. Başına bir şey gelebilecek diye korkuyorum. Ezgi “O sadece bir figürin” diyor. “Bundan sonrası bizim”. Tekrar öpüşmeye başlıyoruz. Ne tasalanıyorum ne de tasarlıyorum. Asansör inmeye devam ediyor.
“Asansör kapısı çıkışa varıp açıldığında yukarı çıkmayı bekleyen bir kız gülümseyen, el ele iki insan gördü. Özendi.” diyor hediyelik eşya dükkanının önündeki iki sandalyeden birine oturan orta yaşlı kadın gülümseyerek. Elindeki çaydan bir yudum daha çekiyor. Karşısında oturan barmen Neco’nun merakla açılmış gözleri ışıldıyor. “Fuat’ın hikayesi böyle…” diyor. Neco heyecanla “Başka öykü var mı? Anlat Allah aşkına…” diye soruyor. Ruhunun derin kırışıklıklarına rağmen orta yaşlı gösteren kadın Ay’a doğru bakıyor. “Bugün bu kadar öykü yeter. Belki birkaç gün sonra Meryem’i anlatırım sana.” diyor.
Neco boş bara girip sandalyeye oturan, etrafa bakınan mevsimin son müşterilerden birini görüyor. Kadına selam verip hızla oradan uzaklaşıyor. Kadın çayından kalan son yudumu da çekip dükkana, arkadaki iç odaya giriyor. İş tezgahında oymaya devam ettiği bir sürü hayvan figürini duruyor. Gözlerini kapatıyor. Fuat ve Ezgi inerken asansöre giren, aynı plazada başka bir şirkette çalışan Meryem’i görüyor. Düşünceli. Telefonuna bakıyor. Facebook’ta koluna yaptırdığı kuzgun dövmesi ile fotoğraf çektirmiş adamı düşünüyor. Açılamıyor. Tam telefonu cebine koyarken yerdeki siyah kuzgun figürinini görüyor. Güzel oyulmuş. Tek parça. Eğilip alıyor. Dudakları oynuyor genç kadının, “Uğur” diye iç geçiriyor. Cebine koyuyor figürini. Elleri kuzgunla terliyor. Uğur fotoğrafını beğenen Meryem’i düşünüyor. Yeni bir üçgen kuruluyor. Uzakta, başkalarına hediyeler yontan kadın ise sebep olduğu öykülere gülümsüyor…
Murat Dural
http://fabilog.com/figurin-murat-dural/