gecenin ilerlemiş bir saatiydi.uykumla zihnim arasındaki savaşı her zamanki gibi sonu gelmeyen düşünceler kazanmış,ertesi gün hatırlanmayacak rüyalardan delilik ürünü düşünce yumaklarına geçiş yapmıştım.şehir,beynimin ürettiği yarı sarhoş hayaller ve ruhumun son kertede içinde boğulduğu karanlığın ışığı altında gecenin sessiz koyuluğuna bürünmüştü.şehrin göbeğindeki evimde,sadece yazarken ya da yazmaya çalışırken kullandığım masamın başındaydım.masamı sadece yazma amacıyla kullanırım,benim için okuma ancak bedenimin rahatlığını ruhuma yansıtabildiğim zaman gerçekleştirebileceğim bir şey.diğer işlerimi de ya yatakta ya koltukta hallederim.masanın üzerinde bir okuma lambası, içinde çeşitli kalemlerin bulunduğu metal bir silindir ve kaderini bekleyen boş,beyaz saflığa bürünmüş kağıtlar bulunur.elimdeki kalemi kağıdın saflığında eriterek,kağıtla kalemi seviştirerek yazmaktan hoşlanırım,başka türlüsünden değil. masamın başına geçmeden hemen önce, henüz o çok rahat ve bir o kadar ruhuma batan yatağımdayken saate bakmıştım.saat takmaktan hoşlanmam,beni zamana önem veren bir insanmış gibi gösterir.oysa ben saati umursamam çoğu zaman, hatta günleri bile unuttuğum olur.insan elinden çıkma bir makine ne kadar akıllı olabilecekse ancak o kadar akıllı olan telefonumun dijital ekranına baktığımda saatin ikiyi biraz geçmiş olduğunu gördüm.bir insan ne kadar keder hissedebilecekse o kadar içindeydim kederin.kendi ruhumda boğuluyor,çırpındıkça batıyordum.son günlerde yaşamaya başladığım bu uykusuz gece sendromu beni daha da sinirli bir adam haline getirmişti.masamın yanındaki küçük ahşap dolaptan bir şişe kırmızı şarap çıkardım.şarabın yıllanmışı güzel olurmuş güya,ben ucuz ve yıllanmamış olanlardan hoşlanırım.şarap ne kadar adiyse,evet ne kadar adiyse benim için o kadar makbuldür.benim düşünceme göre,zaten yıllanmış olan bir adamın kendisi kadar geçkin bir içkiden medet umması kabul edilebilir bir durum değil.evde temiz bardak bulamayacağımı bildiğimden,kaç gündür dudaklarımı kavuşturduğumu hatırlamadığım bardağı ahşap dolabın üzerinden alıp yeni suyumla yarısına kadar doldurdum.masamın başında, geçmişime dair hayallere daldım.insan sadece gelecekle ilgili düşler kurmaz elbet ,geçmişi de kurmacaya ve yeniden kurgulanmaya açıktır.ve bir adam geçmişini yeniden tasarlayıp tekrar tekrar yaşadığı ölçüde bitkin düşer, kendi ruhu tarafından ele geçirilir ve ıstırap yaşar. kurguladığım ve yeniden oluşturduğum tüm geçmiş yaratımlarında hep pişmanlıklarım vardır.pişmanlıklarım, büyük yanlışlara dayanmaz,ben basit hataların ve zamanında söylemediğim bir sözcüğün, yüzüme kondurmadığım bir gülücüğün acısını çekerim.bardağım boşaldıkça doldurdum,yeni şişeler açtım ekseriyetle.kendi hayallerimde ne kadar kaybolduğumu, ne kadar içtiğimi hatırlayamadığım bir noktaya gelmişim.yeterince ışık algılayamadığı zaman gözler, tutunacak bir köşe, dayanacak bir çıkıntı arar eller. ruhum var mıydı, yoksa tüm varlığım tek ve uyum içinde bir bütün mü oluşturmaktaydı bilemem. bu vaziyette bildiğim şey, bedenim gibi zihnimin ve düşüncelerimin de bir dayanak noktası, sağlam bir temel aramış olduğu. ay ışığı altında, o en ürpertici ve ne nereden kopup geldiği, ne de tesir ettiği benliği nereye götüreceği belli olmayan karanlık şüphelerin ziyareti gibi geldi. gözlerim, bütün kış kuytu sığınağında zayıflamış ve dünyadan uzak kalmış bir yaban hayvanının yeryüzüne tekrar çıkışı gibi, ağır, ürkek ışığa ulaşmaya çalışıyor.şimdi bir asır geçmiş gibi algıladığım zaman parçası, önümde çıplak uzanan telefonumun bana söylediğine göre sadece on beş dakika kadar. kafatasımın içinde bir yerlerde, hep anlatılanın aksine davul çalmıyor; uygarlığın tepesini temsil eden birinci dünya ülkesi, tüm o gösterişi ve neferleriyle, küçük, bağımsızlık arayışındaki bir toplumu top atışına tutmuş, haritadan silmeye çalışıyor. elimden kurtulup özgürlüğüne kavuşan boş şişenin kendini çıplak zemine bırakmasıyla yeniden hareketlenen bedenim, görünmez iğnelerin taarruzu altında sanki. ancak bir süre beklediğinde karanlığa alışabilen gözlerim, bu sefer gördüğü şeyi beynime ulaştırma konusunda pek emin değiller. insan gördüğüne inanmaz. bir tanrı varsa, onun kendini açıkça göstermeme konusunda oldukça isabetli karar verdiğini ya da son derece usta bir şekilde aramızda gizlendiğini düşünürüm. gördüklerine, ulaşabildiklerine ya da açık olana değil; varlığı belli olmayana, istediğinde dokunamadığına, kendi içinde doğurduğuna inanırsın.