Yine bir sınav haftasıydı. Ben de her zamanki gibi sınavlarım yüzünden dertlenmiş, sanki bütün dünyanın en sıkıntılı insanı benmişim gibi merdivenlerden aceleyle iniyordum. Risk yönetimi sınavım vardı ve otobüsü kaçırmak üzereydim. Eğer kaçırırsam onbeş dakika beklemem gerekiyordu ve sınava geç kalmak istemiyordum.
Ben bu düşüncelerle kendimi dışarı atmıştım ki karşımdan soluk soluğa iki büklüm yaşlı bir teyze geliyordu. Bana bakıp işaret etti ve yardım istedi. Önce anlamadım ama sabah sabah sokakta sadece ikimiz olduğumuz için başka ihtimal kalmıyordu. Hızlıca yanına gittiğimde elinde bir poşet olduğunu gördüm. Söylediğine göre içinde beş kilo şeker vardı. Markete gitmek zorunda kalmış ve mecburen bu kadar ağır bir toz şeker almıştı. “Yaşlıyım şeker de var kalp de. Taşıyamıyorum. Eşim de hasta bunu almak bana düştü. İki adımda bir nefes nefese kalıyorum. Yaşlılık işte.” deyince çocuğu olup olmadığını sormuştum. İki çocuğu vardı. Biraz üzgün gelininden dert yandı. Ben poşeti evine kadar taşırken o da bana iki oğlunu anlatıyordu. Biri vefasız çıkmış gelini ne derse onu yapıyor, diğeri de yurt dışında yaşamak zorunda olduğu için bir hafta önce bırakıp gidiyordu. Sinirliydi ama bir o kadar da üzgün. Kolay değil tabi. Markete bile yollayacak kimsesi kalmamıştı yanında. Kocası ise hasta olduğundan ve biraz da aksi gitmiyordu işte. Teyzeme kalmıştı herşey.
Evine geldiğimizde biraz mahcup kapıyı açtı. Kapıyı kilitlememişti. “Yaşlılıktan geri açamıyorum kızım” diyordu mahzunca. Dışarıdan güzel görünen ev içine girdiğimizde beni şaşırtmayı başarmıştı. Kapıyı açar açmaz öyle bir koku çarptı ki yüzüme ne yapacağımı bilemedim. Hemen içeri girip mutfağa bıraktım poşeti. Mahçuptu yine yaşlı teyze. “Benim kirli evim bu işte.” diyordu. “Temizleyemiyorum. Elimden geldiğince uğraşıyorum.” diyordu üzgün üzgün. Teselli etmeye çalışsam da bir işe yaramazdı. Ne denirdi ki bu durumda. O bana teşekkür ederken ben kendimi kapının dışına atmış sınava gitmem gerektiğini söylüyordum. Üzgündüm. Mahçuptum. Elimden bir şey gelmemesine kızgındım. Kokuyu duyduğumu sezdirmemeye çalışarak ayrılmıştım oradan.
Gözümden istemsiz bir yaş düşerken anılarım canlanmıştı. Yine böyle yaşlı bir teyzenin evindeydik. Fadime teyze. Komşumuzdu. Çok zengindi. Üç katlı evleri vardı ama oğlu onu bodruma atmıştı. Biz de yan tarafta bir gecekonduda duruyorduk. Annem elimden tutar beni Fadime teyzenin yanına götürürdü. Kapı açıldığında yine o tanıdık koku gelirdi. Annem hemen işe koyulur ortalığı temizlerdi. Fadime teyze biraz mahcup bize birşeyler ikram etmeye çalışır buzdolabında daima buruşmuş elmaları olurdu. Ben çocuktum. Yemeyeceğimi söyleyince annem azarlar “yer o” diyerek elmayı elime tutuştururdu. Ben de yerdim tabi. Sonra onlar aralarında konuşmaya başlar ben de birşeylerle oynayarak vakit geçirirdim. Ama hep aynı manzara olurdu. Fadime teyze ağlayarak dert yanar annem de bir taraftan teselli eder bir taraftan kendi gözyaşlarını silmeye çalışırdı. Sonra vedalaşıp eve dönerdik. Çocuktum. Oraya gitmeyi istemez sıkıldığımı söylerdim. Annem ısrarla haftada bir kere götürürdü.
Şimdi anlıyorum seni anne. Bir yerde duymuştum. Gençliğin zekatını vermek gerekiyor diye. Anlıyorum şimdi anne. Gençliğimin zekatını vermeli ve senin bana açtığın bu yolda ilerlemeliyim. Ne dersin belki ben de o yaşlı teyzenin evine giderim. Belki senin gibi ben de onun gözyaşlarını silerim…