Bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyor. Alabildiğine yürüyorum, başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, yağmur damlalarından biri, yüzüme damlıyor. Gülümsüyorum. Yanımdan birbirlerinin elini hiç bırakmayan çiftler geçiyor. Kumral, kahverengi gözlü, 1.60 boylarında olan genç kız, 1.70 boylarında, mavi gözlü, atletik yapılı, simsiyah saçları olan sevgilisine hayranlıkla, gülümseyerek bakıyor. Sesleri duymamak için kulaklığımı takıp, müzik dinlemeyi seçiyorum. Fonda, yalnızlığımı pekiştirecek olan bir şarkı var. Upuzun kızıl saçlarım, şimdi yağmurdan sırılsıklam… Yağmuru severim. Aslında herkes sever. Tenimize değdiği andaki paniğimiz ise gözyaşlarımızı geçeceğine dair oluşturduğumuz korkularımızdan ibaret. Evim ardımda kaldı. Tek başına yaşam mücadelesi veren bir bayanın, evinde bir bekleyeni de olmayınca, ardında bıraktıklarının önemi kalmıyor. Bir köpeğim vardı, iyi de anlaşırdık, sonra âşık olunca, o da beni terk etti. Bir gün uyandığımda evde olmadığını gördüm, dış kapıyı açık unutmuşum, oradan kaçıp gitmiş. Sevgilisine gitti. Hayvanlar da severler. Hatta insanlardan daha yoğun severler. Sevmeyi bildikleri, bir köşede sevilmeyi bekledikleri için hırçınlaşırlar. Aynı duyguları taşıdıklarımıza bir zaman sonra yabancı olmamız ne kadar da enteresan…
Nereye gideceğimi bilemiyorum. Tuhafiyeci Mahmut Efendi dükkânın dışına çıkmış, yağmurun yeryüzüyle dansını seyrediyor, elinde ince belli bardağı, içmekten hiç vazgeçmediği çayı… Göz göze geliyoruz. Kahverengi gözleri, ‘İlayda Hanım, ben sana yangınım ne zamandır’ diyor. Ela gözlerimden aldığı cevap ise hep aynı; ‘Ben onu bekliyorum Mahmut Efendi, ben onu bekliyorum, ne sen bana yâr olursun, ne de ben sana…’
Lâkin gözler konuşsa bile, dudaklar söylese bile, gönül hangi dilden anlar? Aniden gök gürleyince panikleyip, yerimden sıçrıyorum. Elimi kalbime götürüp nefes nefese demire tutunurken, Mahmut Efendi yanıma gelmek için bahanelerine bahane eklemiş oluyor.
‘İyi misiniz İlayda Hanım?’
‘İyiyim, korktum sadece. Aniden olunca…’
‘Gelin içeri, bir çayımı için. Yeni demledim, sıcak sıcak…’
Bunu söyleyip otuz iki dişini gösterircesine sırıtınca, sapsarı dişlerini fark ediyorum.
‘Yok, gideyim ben. Teşekkürler, acelem var. Haydi kolay gelsin.’
Yanından kaçarak uzaklaşınca, arkamdan sesleniyor.
‘İlayda Hanım, İlayda Hanım!’
Duymazlıktan gelerek, kulaklığımı tekrar takıyor, yoluma devam ediyorum. Yalnızlık bir seçim midir, yoksa kaderimizin bize hediye paketi sunması mı?
Neden bazıları el ele, göz göze, diz dize aşkı yaşarken, bazıları yalnızlıktan dem vurup, karşısına çıkan fırsatları da değerlendirmeden, yalnız başına ölüp gidiyorlar?
32 yaşındayım. Ailem’i Samsun’da bırakıp, İstanbul’da tek başıma yaşamayı seçtim. Üniversite yıllarımda tanıştım onunla. Yemyeşil gözleri, kumral saçları, 1.80 boyuyla bana geliyordu. Onu hissediyordum, dokunacak kadar yakınımdaydı. Ellerimi uzatsam, yüzüne dokunabilirdim. Ben de ona doğru gidip, hiç yapmadığım bir şeyi yapıp, tanışmak için aklıma gelen ilk soruyu soracaktım. Birdenbire yere kapaklandım, çantamdaki her şey yere saçıldı, okuldaki ilk günümdü, etrafımdaki herkes o hâlimi görünce kahkahalarla gülmeye başladı. Onun karşısında acemi bir çaylaktan farkım kalmamıştı.
O saatten sonra ‘Merhaba, ben İlayda…’ diyemezdim. Yerden kalkmaya çalışıp, üstümü başımı düzeltirken, talihime ortak olmaya çalışan, 1.75 boylarında, siyah saçlı, kahverengi gözlü olan, boyu uzun olmasına rağmen topuklu ayakkabı giyen, giyimiyle kuşamıyla dikkatleri hiç çekinmeden üzerine çeken, hayatım boyunca nefret ettiğim o kız onun yanına gitti. Bana bakmıştı, beni görmüştü, beni fark etmişti, ta ki sakarlığım beni berbat bir hâle getirene kadar…
Kahkahalar, göz süzüşler ve birbirine inceden inceye dokunmalarla eşlik eden saniyelik flörtleri, okuduğumuz dört sene boyunca ciddi bir ilişkiye dönüştü. Ben de konuştum onunla, aynı sınıftaymışız meğer. Hayatım boyunca nefret ettiğim insanla da konuştuk, Melis…
Ümidimi elimden alan, Ümit’in biricik aşkı… O günden sonra hayatımda hiç kimse olmadı. Uzaktan seyrettim onu, bir ümit, adı gibi bana bir ümit olur da, benim aşkımı anlar, beni görür, onu bırakır diyerek…
Gözlerimin önünden o gençlik dolu günlerimiz geçiyor. Şimdi de çok yaşlı sayılmayız ya…
Yarın düğünleri var. Beni de davet ettiler. Ben 15 yıldır onu seviyorum, o 15 yılda, ‘Hayatımın aşkı’ dediği insanla daha yeni hayatını birleştirme kararı alıyor. Bazen yanağımdan makas alır, ‘Naber İloş?’ derdi. Tenime değen eli, yüzümdeki sıcaklığın, kalbimdeki heyecanın imzasını atardı sanki. Beni nasıl oluyordu da anlamıyordu, ben de bunu anlamıyordum.
Hâlâ onu bekliyorum. Sanki yarın, nikâh memuru ona sorduğunda, ‘Hayır’ deyip, ‘Ben yıllardır İlayda’yı seviyorum’ diyecekmiş gibi… Fazlasıyla kitap okuyorum. Yeşilçam filmlerini izleyip, battaniyeme sarılıp, odamın ışığını kapatıp, hıçkırıklarla ağladığım da çok olmuştur. Ama hayır, ben hayalperest bir âşık değilim. Sarıldığım battaniyeyi bile ona sarılıyormuşum gibi sevdim. Battaniyeyi sevdim. Battaniyemin adını ‘Ümit’ koydum, o her gün Melis’ine sarılırken…
Öyle bir gülerdi ki, gülüşünde ‘Seni Seviyorum’ vardı. Hayır, ben hayalperest bir âşık değilim. Baktığım herkeste onu gördüysem kabahat benim mi? Gönlüm sevdi de, Gönlümdekini herkes sandım. Herkesi gönlümdeki sandım. İki aydır görüşmüyoruz. Geçen hafta davetiyeleri elime ulaştı. Sevdiğimin gözlerinin içine baktığımda, ‘Evet’ dediğinde, ben bütün Hayır’ları içimde biriktirmiş olacağım. Dinen yağmur gibi, kirpiklerimden düşen yağmur gibi, yüreğimden düşürdüğüm olabilseydi…
Evime vardığımda, Melis’i arayıp, düğüne katılamayacağımı, mutluluklar dilediğimi söylemek için telefonu elime alıyorum. Melis ağlamaklı açıyor telefonu.
‘Alo, İlayda…’
‘Ne oldu Melis, ağlıyor musun?’
‘Hemen buraya gelmelisin.’
‘Ne oldu, bir sorun mu var?’
‘Lütfen, soru sorma. Gel…’
‘Peki, hemen geliyorum.’
Saçımı topuz yapıp, her zamanki salaş hâlimle apar topar evden çıkıyorum. Melis’in evine vardığımda, Melis şişmiş gözleri, dağınık saçları ve en özensiz hâliyle karşımda duruyor.
‘Ne oldu, düğünle ilgili bir sorun mu var?’
‘Bilmediğin şeyler var İlayda.’
‘Ne oldu, anlatsana!’
‘Ümit…’
‘Ne olmuş Ümit’e?’
‘O… O, çok hasta.’
‘Ne, şaka mı bu?’
‘Hayır. Bilmediğin çok şey var. Biz aslında onunla sevgili bile değildik.’
‘Nasıl yani, yarın düğününüz var. Davetiyeniz bile elime ulaştı.’
‘Bazı gerçekler, en ucuz romanlardan çıkma gerçekler gibidir. Oyundur yani İlayda. Hâlâ anlayamadın mı? O çok hasta, hepsi bir formaliteydi, okul yıllarında da bu böyleydi, ilk ben fark etmiştim. Sevdiği biri vardı, ona bu haksızlığı yapamayacağını düşündüğü için, formaliteden bir sevgili bulması gerekiyordu, onun ümitlerini kırması için… O kişi de ben oldum. Sevdiği kişi sendin İlayda.’
Gözlerinde gördüğüm, bana gözleriyle ‘Seni Seviyorum’ dediği anlar gerçek miydi? Gerçek olsa bile, bir insan sevdiğine böyle bir acıyı reva görür mü?
‘Hayır, sana inanmıyorum. Yarın evleniyorsunuz, düğününüz var. Siz 15 yıldır birliktesiniz Melis!’
‘Biz 15 yıldır sadece çok iyi dostuz. O amansız hastalığına yakalandığı için, kimseyle evlenmeyi düşündüğü yoktu, sadece…’
‘Tamam, daha fazla oyun yeter, ben gidiyorum.’
‘Dur, gitme!’
‘Saçmalıyorsun.’
‘O içeride…’
‘Ne?’
‘İçeride o İlayda. Çok kötü, yatakta…’
‘Senin evinde ne işi var? Nasıl bir oyun bu?’
‘Dün geldi, çok ağırdı, ne yapacağımı bilemedim eve aldım. Gir bak, seni bekliyor.’
Daha fazla soru sormayı bırakıp, Melis’in odasına giriyorum. Yüzü bembeyaz, gözleri tavanda bir noktaya sabitlenmiş bir şekilde yatıyor.
‘Ümit’
Seslendiğimi fark edince, başını çevirip bana bakıyor.
‘Geldin mi ufaklık?’
‘Ben… Şey…’
‘Gel, yanıma otur, seni çok özledim.’
‘İyisin, iyi gördüm seni.’
Yanına çekinerek oturuyorum.
‘Yalan söylemeyi de hiç beceremezsin zaten. İyi değilim, bunu ikimiz de biliyoruz. Yıllardır saklandığım, sakladığım gerçekten kopmamın vakti geldi. Ben seni…’
Elimi dudağına götürüp onu susturuyorum.
‘Hayır, bunu sakın söyleme. Sakın… Bırak, yıllardır sakladığın, saklandığın gerçeği yok sayıp, oyununu oynamaya devam et. Bunu şimdi bilirsem, 15 yıldır çektiğim acıların büyüklüğünün altında ezilirim. Siz Melis’le evleneceksiniz, senin hiçbir şeyin yok. İyisin, ben de dostunuz olarak yanınızdayım.’
Sol gözünden bir damla yaş geliyor. Elimi sıkı sıkı tutuyor. Daha önce hiçbir erkek elimi tutmamıştı, kimseyle de olmamıştım zaten. Ben hep onu beklemiştim, hep onu… Adı gibi bana ümit olur diye…
‘İlayda…’
‘Neyse, gideyim ben. Hasta ziyareti kısa olur.’
‘Dur, gitme’
‘Melis de yanlış anlamasın şimdi. Haydi görüşürüz.’
Ben gitmek istedikçe o elimi sıkı sıkı tutuyor.
‘Gitme, gidersen ölürüm’
O böyle deyince, gözlerimden bir damla yaş geliyor.
‘Ben, 15 yılımın her günü, sen gitmeden de öldüm zaten. Bırak beni Ümit…’
Odadan çıkmadan evvel ona son bir kez bakıyorum. Sağ elini havaya kaldırıp, ‘Hoşça kal’ dercesine gülümsüyor.
Alabildiğine yürüyorum. İnsanlar yanımdan geçiyorlar, kimileri çarpıyor, kimilerine ben çarpıyorum, kimileri ise sevgilileriyle el ele, göz göze diz dize aşklarını yaşıyorlar. Sanki bir rüzgâr beni içine doğru çekiyor. Kendime geliyor, Melis’in evine koşar adımlarla gidiyorum.
Melis kapıyı tekrar açıp beni gördüğünde, hıçkırıklarla ağlıyor.
‘O, o iyi mi?’
‘İlayda, ben çok üzgünüm…’
Başını önüne eğip, elleriyle yüzünü kapattığında, durumu anlıyorum. Yanına gittiğimde melekler gibi uyuyor. Sanki bana, ‘Hoş geldin’ dercesine gülümsüyor. Elini tutuyorum, elini öpüyorum. Yüzüne dokunuyorum.
‘Neden, bana bunu neden yaptın? Artık devir değişmişti, artık insanlar sevdikleri için kendilerinden vazgeçmiyorlar, kendilerinden geçmiyorlardı. Artık insanlar her ne olursa olsun sevdiklerinin ellerini bırakmıyorlardı. Hayır, ben hayalperest bir âşık değilim. Yaşamda da ölümde de birlikte olmalıydık. Neden yaptın bana bunu?’
Melis yanıma gelip, omzuma dokunuyor.
‘Kalp hastasıydı. Operasyon geçirmeyi bir türlü kabul etmedi, ne yaptıysak, ne söylediysek bizi dinlemedi. Kurtulma ihtimâlinin düşük olduğunu, zaten o şekilde de öleceğini, en azından seni dostça bile olsa görmeyi istediğini söylüyordu. İnan bana İlayda, son nefesine kadar yalnız seni sevdi.’
‘Onu bekledim ben, yıllarca… Bir ümit… Belki benim aşkımı anlar diye, belki bana gelir diye, seninle olduğunu sandım, senden bile nefret ettim yıllarca. Bana bunu yapmayacaktınız.’
Ona sarılıp, hıçkırıklarla ağlıyorum. Gözyaşım o güzel yüzünü ıslatıyor. Yüzüne dokunup, gözyaşımı alıyorum. Parmağım ıslanıyor. Sanki yağmur ikimize yağıyor, sanki bu aşk bizim yağmurumuz oluyor.
Hayır, ben hayalperest bir âşık değilim. Sevdiysem ölümüne sevdim. Şimdi 50 yaşındayım. Kimse gelmedi, kimse olmadı, kimseye sarılmadım. Aşk öldürücüydü madem, ben sevdiğimi bekleyerek ölmeyi seçtim. Ne bir intihar, ne bir ötenazi… Onun kollarında ölemedim belki ama, onu bekleyerek ölmeyi seçtim. Ben hâlâ onu bekliyorum. Mahşerde buluşmak olursa, kısmetse o zaman buluşuruz. Ben hâlâ onu bekliyorum. Aşkın dramıydı bu, beklemek vardı aşkın içinde. Onu beklemekle karıştırırdın, acıydı. Aşk buydu. Ben, bencilliği kendisinden üstün olan, beni yıllar yılı acıyla baş başa bırakan o yâri bekliyorum. Ümit pınarım bana doğru akar diye, bütün ümitlerimi soluncaya dek besliyorum…
Dilâra AKSOY