Uzağı göremiyordum. Miyop var demişti bir keresinde doktor. Çevremdekilerin, bilhassa yolda karşılaşırken onları görmezden geldiğimi düşünen, daha sonra arkamdan seslenip “Ne bu dalgınlık?” Yahut “ Bir kusur mu işledik?” gibi sorular sorup beni zor durum bırakan daha sonra bunu kasıtlı yapmadığımı, gözlerimde küçük çaplı bir sorunun olduğunu ve uzağı göremediğimi anlatmak zorunda kaldığım tanıdıklarım ve samimiyetlerine pek de güvenmediğim haddinden fazla ilgili doktorların tüm ısrarlarına rağmen gözlük takmayı reddetmiştim. Uzağı görememekten ise gözlüksüz görünmek ve bir takım olaylara şahit olmamak daha cazip görünüyordu.
Göz numaramın büyümesi ile birlikte insanlarla olan diyaloğum azalmakla kalmayıp, kitaplarımla dahi aramın açılmasına sebep oldu. Bir bakıma bütün bu olanların sorumlusu kitaplardı. Son zamanlarda evden dışarıya adımımı atmak istemiyorum. Bütün hayatım dört duvar ve kolayca taşınabilen dört ayaklı küçük bir masanın başında geçiyor. Günlük, 12-16 saat ortalama ile görme işlevini sürdürmesi gereken gözlerim, daha kaliteli bir görüntü elde etmek için kendini zorluyor ve zorladığı için de erkenden yoruluyor, çalışması gereken zamanı neredeyse yarıya indirip mesai saatlerinden çalıyordu. Onun yorgun olduğu saatlerde ise geriye bana yapabilecek tek şey kalıyordu. Uyku. Dinlenme ve uyku ihtiyacını ziyadesi ile karşılamama rağmen, ihtiyacımın olduğu bazı özel zamanlarda birkaç saat fazladan mesaiye kalması için onu sıkıştırdığımda ise hemencecik kızarıp beni mahcup duruma düşürüyordu. Böylelikle birbirimize olan güvenimiz iyice sarsılmıştı. Fakat mutualist bir yaşam sürdüğümüz için asgari ölçüde de olsa birbirimize tahammül gösteriyorduk.
Bazen uzandığım yerden güçlükle doğrulup aynadan bakıyorum kendime. Ve çok sık karşılaşmamakla birlikte kendimle övünebileceğim bir sırada “yokluğum da bir hiçsin” diyor. Soru dolu bir bakış fırlattığımı görünce de “Şu haline bak! Acınacak haldesin. Ben olmasam aynadaki yansımanı göremeyecek kadar zavallısın!” diye ekliyor. “Yürü git pis mahluk!” diyorum. “Asıl ben olmasam sen ne işe yararsın? Nereler de yatarsın? Böylesine çelimsiz ve çirkin görünümlü gözleri, hangi beden yakıştırır kendine?” Susuyor. Bakışlarını mahzunlaştırıp, küskün bakıyor. Fakat yüzündeki bu mahzunluk, söylediğim sözlerin ağrına gitmiş olmasından değil cevap vermenin anlamsızlığından kaynaklı, beni artık tanıyor olması ve tartışmalarımızın sıkıcılığından dolayı beliren bir mahzunluk. Sinirlenip, daha beter bağırıyorum. “konuşsana pezevenk!” diyorum. “Ben uyumak istiyorum” diyor. Uzanıp, uyuyoruz.
Her şey istediği gibi ve istediği saatte olsun istiyor. Bazen karşı koyup olayları daha da zorlaştırmamak için onun suyuna gidiyorum. Ve ” Her zaman senin isteklerini yerine getiremeyiz. Bu ilişkimize zarar verir. Daha sonra nasıl kalkarız bu monotonluğun altından?” diyorum. Dinlemiyor. Arkadaşlarla oturuyoruz bazen “ben sıkıldım, gidelim artık” diyor. “Olmaz! Ayıp olur. Hem daha yeni geldik. Oturalım biraz daha.” diyorum. Küsüyor. Toparlanıp derhal eve gidiyoruz. Biraz sakinleşince de “Üniversiteden tanıdığım bir doktor arkadaşım var. Gel onu arayıp tedavi edelim seni” diyorum. “Kimseyi arama, böyle iyiyiz” diyor. Israr ettiğim zaman da uyumakla tehdit ediyor.
Bir seferinde artık çok yorulduğunu, gördüklerinden eskisi kadar keyif almadığını ve izin verdiğim takdirde uzunca hatta belki de ebedi bir uykuya yatmak istediğini söylemişti. Sinirlenerek “sırası mı şimdi bunun? Benim de çok acı çektiğim zamanların olduğunu ve bunu en iyi onun bildiğini fakat buna rağmen onun gibi korkaklık yapıp kaçmayı hiçbir zaman düşünmediğimi” anlatmıştım. Bunun üzerine “Konuşma gibi bir şansımın bulunduğunu, anlatmaktan vazgeçmememi ve en nihayetin de anlaşılacağımı fakat kendisinin böyle bir şansı olmadığını ve henüz göz dili keşfedilmediği için de bakışırken anlaşılmaya mecbur olduğunu” söylemişti. Karşı çıkmakta ısrarcı olduğumu fark edince de “Anlamıyorsun, sahip! Ve anlamadığın gibi de anlaşılmayı bekliyorsun. Senin gibi insanların en temel problemi de bu işte. ”
“Çok merak ettim şimdi, neymiş ben ve benim gibi insanların en temel problemi?”
“Asıl acı anlatılamayandır, sahip! Anlatabiliyorsan o acı değil sancıdır. Ve geçmeye mahkumdur.”
“Çok kıymetli ve zatı muhterem olan sevgili gözüm. Büyük laflar ediyorsun. Hatta öylesine büyük bir laf ettin ki şimdi! Bunun üzerine söz söylemek olmaz. Bu yüzden oturumu sonsuza dek kapatıyorum. Sende bunun üzerine söz söyleme artık ve sonsuza dek sus. Zira bu son sözü söylemekle vazifeni ziyadesiyle tamamlamış bulunmaktasın. Fakat son bi sorum olacak ve görünen o ki bunu sormadan edemeyeceğim.”
“Basiretsiz cümlelerin uykumu getirdi, sahip! Başka zaman olsa daha fazlasına tahammül edemezdim. Neyse ki bir ninni gibi ruhumu okşuyor içi boş cümlelerin. Uyumama yardımcı oluyor. Bu yüzden sorabilirsin.”
“Nice Filozoflar nice badireler atlatarak yaşadı. Ve tecrübe ettiklerinin büyük bir kısmını da yazıp, çizdiler. Bunu nasıl fark etmediler dersin?”
“Fark ettiler sahip, fark etmek için gerekli olan çabayı fark ettirmek için de sarf ettiler. Fakat anlaşılmadılar.
“Nasıl yani?”
“ Bazı şeyleri sadece samimi acılar çekenler bilir ve anlayabilir. Çoğu zaman anlaşılmamanın temelinde yatan şey de budur. Karşındakinin yeterli acı birikiminin olmaması.”
“ Çok biliyorsun! En az onlar kadar acı çektiğini ve bir tek senin çektiğin acıların kutsal olduğunu savunuyorsun. Bu iddianı yüce divan karşısında temyizi için derhal emir veriyorum. Peki ya Selim Işık? Tutunamayanların ruhani lideri? Ona da mı saygın kalmadı? Hem bana balık tutmasını öğretme sevgili gözüm, bana balık ver.”
“ Bunu sahiden istiyor musun sahip? Öyle ya. Bunu söylemekle asıl maksadını belli etmiş oldun. Gel öyleyse sahip! Balzac’ın bu konu hakkındaki fikir ve görüşlerine başvuralım? Ne dersin? Hah! İşte buldum, buradaymış. Ne demiş Honoré De Balzac “ Uykunun dindiremediği hiçbir acı yoktur.” Öyle ya. Hadi uyuyalım. Hem de ebediyen.”
“Sanırım doğru söylüyorsun sevgili gözüm. Bu sefer sana katılmakta herhangi bir sakınca görmüyorum. Aslında sana değil! Balzac’a katılıyorum. Alıntıladığın için de sana dolaylı olarak katılıyorum. Fakat kendi düşüncelerinle beni ikna etmeni beklerdim. Öyle cümleler kurmalıydın ki! Daha önce hiçbir bilinçte sürüklenmeyen düşünceler… Ve duruma uygun düşecek sözcükleri seçerek bunları anlatmanı beklerdim. Ziyanı yok, gözüm. Yok, ziyanı. Üzülmeye değmez. Zaten gidiyoruz. Tasımızı tarağımızı toplamadan, dönüp arkamıza bile bakmadan gidiyoruz. Fakat izin ver şu ışıkları açayım. Karanlıkta uzanamadığımı biliyorsun. Son olarak da arkamızda küçük bir not bırakalım istersen? Belki bu şanlı tutumumuz toplum tarafından kabul görür de arkamızdan gelmek isteyenler olabilir? ”
Küçük bir not.
Sahip ve sevgili gözünden dünyaya.
“Adaletsizlik ve zulmün kol gezdiği, savaş nedeni ile ülkelerini terk edip herkesin doğuştan sahip olduğu asgari bir yaşam alanına sahip olmak ve bu uğurda hayatlarını hiçe sayarak bindikleri botta boğulup cesetleri kıyıya vuran mini mini çocukların yaşadığı, sokakları muhallebiciler yerine banka dükkanlarının doldurduğu, insanlarının birbirlerine böylesine yabancılaştırıldığı, okyanus diplerinden göğe kadar kötülükle dolu olan bir çağa şahit olmaktansa, ışıkları söndürüp ebedi bir uyku uyumayı..”
“Olmuyor, sahip! Olmuyor. Beceremiyorsun. Beceremediğin gibi de bu tutumumuza gölge düşürüyorsun, sözlerinle. Sosyal mesaj vermeyi bırak. Kapat şu ışıkları!