1897’de yayınlanan War of the Worlds’ün temsil ettiği istila kültürünün sonrasında yaşananlar göz önüne alındığında, bilim kurgunun nasıl da insanlığın temel meselelerinden bahsettiğini anlamak mümkün. Sözlük yazarı “immanuel tolstoyevski” anlatıyor.
bir bilimkurgu romanı, fransa-prusya savaşı, orson welles, #fakenews, evrim teorisi ve spielberg arasında ne gibi bir bağ olabilir?
geçenlerde nihayet, h.g. wells‘in kaleme aldığı, edebiyatın o en meşhur uzaylı istilasını okudum. bunca yıldır ortamlarda okumuş gibi yapıyor, eve gelince de yastığıma sarılıp ağlıyordum. artık bu utanç bitti. bitti ama film uyarlamalarının romandan farklı olmaları kafamı kurcalamaya devam edince ufak bir araştırma yaptım.
hikayeyi biliyorsunuz (çaktırmayın): marslılar dünya’yı, pardon, ingiltere’yi fethetmeye gelirler. hem de ne geliş. 1800’lerin sonunda uzay roketi kavramı yaygın olmadığı için, tıpkı jules verne’ün romanlarındaki gibi, bu yolculuğu top atışlarıyla yapıyorlar. uzaylılar silindir mermilerin içinde geliyorlar yani.
“namluya uzaylı koyup dünya’ya doğru ateşleme” fikri bugün komik geldiğinden, spielberg’ün 2005’teki uyarlaması bir güncelleme yapmıştı (spoiler var ama bu filmi izlemeyin zaten): meğer vizyon sahibi bir takım uzaylılar, milyonlarca yıl önce gezegenimize gelip yeraltına bir sürü savaş aracı gömmüşler, sabırla tom cruise’un doğmasını beklemişler, ve sonunda mhp’nin “bir gece ansızın 82 dünya, 83 venüs” açılımıyla savaş pilotlarını o araçlara ışınlamışlar. hem de yıldırımlar içinde ışınlanmışlar.
pilotlar olayın “şokunu” atlattıktan sonra, kabininde oturdukları antikalara bakıp “şu teknolojiye milyon yıl önce erişmişiz, hala lazerle mazerle gezegen istila etmeye çalışıyoruz, insanlıksa 10 bin senede neredeyse bizle aynı noktaya geldi” diye kıskançlık krizine girer ve önlerine çıkan herkesi buharlaştırırlar.
dönemin geleneklerine uygun olarak yapılan 3 gün 3 gece yağma ve katliamdan sonra sakinleşip, asıl görevlerini hatırlarlar: “insanları buharlaştırmayın, yakalayıp kanlarını emin”. hayda. şimdi işin yoksa, filmin ikinci yarısını tom cruise’un alt tarafı 5 litrelik kanının peşinden koşmakla harca.
wells’in top atışı fikri çok saçmaymış hakikaten.
david vs goliath
tabii filmin en çok konuşulan kısmı bunlar değil, sonuydu: galip uzaylılar….(eşşek gibi spoiler)… kısa bir süre sonra hastalanıp ölüyorlar. tropikal bölgeleri fetheden ispanyolların, yağmur mevsimi başlayınca sıtmadan sapır sapır dökülmeleri gibi.
bir grup kahramanın tüm olasılıklara karşın uzaylıları alt etmesini (independence day), yahut karamsar bir sonu (life) bekleyenler için bir hayalkırıklığı. madem yendik, bir kahramanın olması lazım, değil mi? güçsüzlerin galibiyetinin tesadüfi veya “masa başında” olmasını kabul edemiyoruz. sanırım bu hikaye kalıbı, eski ahit’teki david ve goliath hikayesinden beri kafamıza kakılmış, beklentilerimizi şekillendirmiş.
bir parantez: bu arada malcolm gladwell, david and goliath isimli kitabında, o hikayedeki rollerin aslında ters olduğunu savunuyordu. bazen dışardan avantajsız görünen, aslında daha güçlüdür.
bu videoda bir özeti var
bu son, filmin senaryosu içinde özellikle saçma duruyor çünkü milyonlarca yıldır bu gezegene gidip gelen ve plan yapan üstün bir ırkın, gripten ölmesine inanamıyoruz. conquistador’ların (ispanyolca fetheden, fatih) torunları, bugün küba’ya tatile gittiklerinden sıtmadan kırılmıyorlar mesela. o sorunu sadece 500 sene içinde çözmüşüz.
gerzek ve tembel senaryo, “bilimkurgu” diye etiketlense bile gerzek ve tembel olmaya devam eder.
evrim
işin komik tarafı, romandaki son da aynı. ama orada çok daha etkili çünkü roman boyunca işlenen evrim temasını, beklenmedik ve gerçekçi bir şekilde noktalamaya yarıyor. nasıl mı?
örneğin marslıların beyinleri zamanla büyümüş ve uzuvları zayıflamış. gelecekteki halimiz gibiler. wells, benzer şartlarda evrimleşen canlıların benzer olacağı fikrini veriyor. fakat marslılar bu sürece çok daha önce başladıklarından, bizi alaşağı etmeleri gayet doğal. ne de olsa güçlü olan ayakta kalır (sosyal darwinizm).
biz tam bunları düşünürken, wells bir ters köşe yapıyor: o yenilmez görünen marslıların, ufacık mikroplarımıza kurban gitmesiyle, evrimde esas olanın güç değil uyum kabiliyeti olduğunu görüyoruz. biz bu gezegende olmayı hakettik, çünkü bedelini milyonlarca yıllık uyum çabasıyla, acıyla, ölümle ödedik.
wells’in bu kavramlara hakim olması normal. o sırada darwin’in doğal seçilim teorisi halihazırda 30-40 yaşındaydı. dahası wells, teorinin en etkin taraftarı olan thomas huxley‘nin hayranıydı.
fakat bazen güç ve uyum elele gider ve evrim güçlüyü ödüllendirir. 1870 yılındaki fransa – prusya savaşı bunun bir örneğiydi, ve ilginç bir şekilde, wells’in de ilham kaynağı olmuştu. bunu anlamak için istila literatürü denen şeyin başlangıcına bakmamız lazım.
istila literatürü
1871’de bir ingiliz subayı, the battle of dorking isimli bir hikaye yayınlamış. hikayede almanlar, sürpriz ve hızlı bir saldırıyla ingiliz donanmasını yokedip adayı işgal ederler. ingiliz askeriyesi her açıdan geridedir ve gerçekçi biçimde aktarılan savaş sahnelerinde ağır yenilgilere uğrar. kısa sürede savaş biter, imparatorluk parçalanır, uzak kolonileri bağımsızlıklarına kavuşurken ada halkı bir sömürge halkına dönüşür.
hikaye o kadar popüler olmuş ki, dönemin başbakanı gladstone mecliste bir açıklama yapmak zorunda kalmış. ama nafile. talebi gören yazarlar, 1871 ile 1914 arasında, yaklaşık 60 ayrı romanda ingiltere’nin işgalini konu etmişler. h.g. wells de bu yazarlardan biri. tabii birinci dünya savaşı döneminde gerçekler fanteziye fazla yaklaşınca, bu istila literatürü de düşüşe geçmiş.
the battle of dorking’in popülerliğinin nedeni, bizdeki metal fırtına‘ya benzer biçimde, dönemin bastırılmış korkularını ve komplekslerini yansıtmasıydı. nitekim önceki sene noktalanan prusya (almanlar) ve fransa arasındaki savaş herkesi şaşırtmıştı. prusya kuvvetleri, beklenenden çok daha kısa sürede ve çok daha kesin bir zafer kazandılar.
örneğin, alman demiryolları planlaması askeriye ile birlikte yapılmış olduğundan, sadece 1-2 hafta içinde 300-400 bin kişiyi cepheye sevk edebilmişler. fransız demiryolları ise değişik şirketlerin kontrolünde, askeri bir planlama yok, cepheye sevk uzun sürüyor. (o dönem osmanlı’da demiryolu yok).
ayrıca almanlar modern genelkurmay yapısını oturttukları için, komuta daha etkili olmuş. genelkurmay hem daha meritokratik hem de savaş bakanlığı‘ndan ayrı. tıpkı merkez bankası’nın ekonomi bakanlığı’ndan ayrı olması gibi. bu sayede siyasi baskılardan bağımsız bir uzman yönetimi mümkün.
(bu arada yanlış okumadınız, o zamanlar tüm ülkelerde savaş bakanlığı var. sonradan herkes ismini savunma bakanlığı’na çevirdi, ellerindeki silahlar daha da öldürücü hale gelmesine rağmen. son 50 yıldır her savaş, “sadece kendini savunan” devletler arasında)
sonuçta almanların zaferi o kadar tam oldu ki, paris kuşatma altındayken, bugün oradan metroyla zart diye gidebildiğiniz versailles sarayı’nda, 1. wilhelm alman imparatoru olarak taç giyiyordu. bu yüzden, demin bahsettiğim o 60 istila kitabının çoğundaki “kötü adam” almanlardı. wells ise, 1871’den beri artan bu korkuları bir üst seviyeye çıkarıp, gerçekten de yenemeyeceğimiz, bir çizik bile atamayacağımız bir düşman hayal etmiş. “almandan daha alman” bir düşman.
bunun yaratacağı korkunun ve çaresizliğin en meşhur “simülasyonu”, 40 sene sonra, yine almanlara karşı benzer bir korku içindeki insanların dinlediği bir radyo programında yapılacaktı…
orson welles
welles’in (wells değil) radyo programının hikayesini muhtemelen duymuşsunuzdur: 1938 yılında, war of the worlds’ün bir radyo uyarlamasını yapar ama koskoca welles tabii, öyle mikrofona romanı okuyacak hali yok. onun yerine, sahte bir radyo programı arasına giren flaş haber bülteni şeklinde anlatır uzaylı istilasını. bu rolü o kadar iyi oynar ki, millet hakikaten de uzaylı istilası olduğunu sanıp sokaklara dökülür, abd genelinde müthiş bir panik olur.
tabii bu efsanenin kendisi de, welles’in uyarlaması kadar sahte. gerçekte, programın başında ve sonunda bunun bir uyarlama olduğuna dair uyarılar var. dinleyen insan sayısı zaten az, o uyarıları kaçıranlar daha da az, uyarıları kaçırıp korkuya kapılanlar ise iyice az. ama işin komik yanı, radio project’in yaptığı araştırmaya göre, korkuya kapılan bu insanların sadece üçte biri istilacıların uzaylı olduğunu anlamış. çoğunluksa bir alman istilasını dinlediklerini sanmışlar.
niye almanlar? niye *hep* almanlar?
yıl 1938. “ikinci dünya savaşı 1939’da başladı” diye öğreniriz ama bu savaş, uzun bir sessizlik sonrası aniden kopan tek bir fırtına değildi. halihazırda devam eden bir sürü ufak fırtınanın bileşimiydi. 1938’de hem uzakdoğu’da savaşlar var, hem de naziler komşularını ilhaka başlamışlardı. ve bu krizler, radyodan her gün insanlara duyuruluyordu. bu psikolojideki insanların, haber bültenlerinden ve hitler’den korkmaları doğal.
fakat işin bence asıl ilginç yanı şu: tüm bunlar, geleneksel gazetecilik ile yeni radyo arasındaki mücadelenin bir parçası. ve welles efsanesini yayan da, aslında radyoyu kötülemek isteyen gazetelerin ta kendileri. nitekim gazeteler, programın etkisini abartarak, radyonun genel olarak ne kadar yanıltıcı ve sansasyonel olabileceğini, hükümet tarafından sıkıca denetlenmesi gerektiğini göstermeye çalışmışlar. yani sansasyonla başetmek için, sansasyonyaratmışlar.
bakın, sektörün önemli bir yayın organında, olay şu şekilde özetlenmiş:
“the nation as a whole continues to face the danger of incomplete, misunderstood news over a medium which has yet to prove that it is competent to perform the news job” (bütün bir millet; hala habercilik yapmaya ehil olduğunu kanıtlamamış kişiler tarafından yapılmış; anlaşılmayan, tamamlanmamış ve ortalamanın üzerinde haberlerin tehlikesiyle karşı karşıya kalmaya devam ediyor.)
– editor & publisher
tam da günümüzdeki muhabbetler değil mi? radyonun rolünü sosyal medya oynuyor, karşısında da nyt gibi iş modeli tehlikede olan gazeteler ve 24 saatlik haber kanalları var.
orson welles, bu zincirleme sansasyonlar sürecinde, önce özür diliyor ve her şeyin abartıldığını söylüyor. bir müddet sonra, kariyerini kısmen bu olaya borçlu olduğunu farkettiğinden olsa gerek, efsaneyi sahipleniyor ve hatta üzerine eklemeye başlıyor.
ona paralel olarak, radyo networkleri de olayı dramatize edip, kendi efsanelerinin kahramanları oluyorlar. yani gazeteciler, radyoyu sansasyonel olmakla suçlarken, radyo bu suçlamayı açık açık kutluyor. yine, tıpkı günümüzde shock jockey denen ınternet medyası figürlerinin, suçlanınca uzlaşmayı veya makul olmayı seçmek yerine, kendi balonlarını daha da şişirmeleri gibi.
anti-emperyalizm
orson welles’in uyarlaması, sadece istila anına ve şoka odaklanıyordu. sonraki filmler de bu trendi devam ettirdiler. halbuki h.g. welles’in romanının ikinci yarısı savaş sonrasındaki sömürge düzenine ayrılmıştı.
bu kısım, rollerin değiştiği ve bu sefer ingiltere’nin “ilkel” olduğu bir emperyalizm eleştirisi olarak okunsun diye wells açık açık yazmış:
“and before we judge the martians too harshly, we must remember what ruthless and utter destruction our own species has wrought, not only upon animals, but upon its own inferior races. the tasmanians, in spite of their human likeness, were entirely swept out of existence in a war of extermination waged by european immigrants, in the space of fifty years. are we such apostles of mercy as to complain if the martians warred in the same spirit?”
—chapter 1, “the eve of the war”
kısaca şunu diyor: marslıları suçlamadan önce kendimize bakalım. hem bir sürü hayvanın soyunu kuruttuk, hem de kendi aşağı ırklarımızın soyunu. bir şefkat timsali değiliz ki, aynı şeyi yapan marslılardan şikayet edelim.
tabii o dönemde bu mesajları herkes aynı şekilde okumuyor. mesela ertesi sene çıkan edison’s conquest of mars, war of the worlds’ün gayrıresmi devam kitaplarından biri. yani fanfictionbir nevi, başkaları tarafından yazılmış. fakat bu sefer de insanların işgalci olduğu bir intikam hikayesinden ötesi değil. wells bunları okurken ne düşünmüştür acaba?
nedense, wells’in yaptığı savaş/sömürge eleştirisini, insanları işgalci rolüne koyarak yapmak için tam 50 sene beklemek gerekmiş. bugün avatar veya ender’s game gibi örneklerden bu temaya aşinayız ama bu işin babası, ray bradbury’nin 1950’de yazdığı the martian chroniclesolsa gerek.
o hikayelerde de bakteriler önemli bir rol oynuyorlar. mars’ı kolonize eden insanlar, yerlilere hastalık bulaştırıp büyük yıkıma yol açıyorlar. bu ölümlerin ertesinde de gerilim devam ediyor. gayet bariz biçimde, amerikan yerlilerinin hikayesi bu.
hatta bir noktada, kendisi de kızılderili soyundan gelen bir işgalcinin diyaloğu şöyle:
-“how would you feel if you were a martian and people came to your land and started tearing it up?”
-“i know exactly how i’d feel,” said cheroke. “i’ve got some cherokee blood in me. my grandfather told me lots of things about oklahoma territory. if there’s a martian around, i’m all for him.”
wells, viktorya dönemi ingiltere’sinin bir ürünüydü. bradbury ise western ve sınır (frontier) hikayeleriyle büyümüş bir amerikalı. dolayısıyla onun eleştirisi, ingiliz tipi bir sömürgecilik hikayesinden ziyade, frontier edebiyatının bir örneği. yani keşfedilmemiş topraklara gidince, oradaki yerel kültüre nasıl yaklaşılmalı sorusunu irdeliyor.
çok değil 15 sene sonra, star trek bu soruya cevabını prime directive fikriyle vermişti. belli bir teknoloji seviyesinin altındaki uygarlıkların gelişmelerine karışmıyor, hatta iletişim dahi kurmuyorlardı (tabii kağıt üstünde bu, yoksa dizide drama yaratmak için bu kuralı bolca çiğnediler). star trek’in ilk senesi, aynı zamanda abd’nin vietnam savaşı‘na geniş çapta asker gönderdiği ilk seneydi de. dolayısıyla prime directive kavramının, bu olaylarla şekillenmiş olması doğal.
yıllandıkça tatlanmış çoğu bilimkurgu, uzak diyarlar ve yarınlar hakkındaymış gibi görünür, ama aslında dünün yargılanması ve o günün endişeleri hakkındadır. o günün endişeleri de üç aşağı beş yukarı aynı kalır, sadece yüzler ve isimler değişir. wells’in hikayesi bu yüzden hala taze.
bu yazıyı yazarın blogundan da okuyabilirsiniz: war of the worlds: bilimkurguda istila literatürü ve emperyalizm arasında bir yolculuk