Karmakarşık bir yazdı.
Dünya ve hayallerin karmaşası sonucu kan akıyordu. Ne hayalleri tamamen gerçekleşebilirdi insanların, ne de dünya büsbütün o hayallerin yaşanacağı bir yer olabilirdi. Kötülerin ve iyilerin çatışmasında, her cephe kendi iyilik anlayışı için kan döküyordu. İyi olan kim di? Beş satırlık dünyaya, binlerce satır katliam senaryosu nasıl sığıyordu bilinemiyordu.
Hal bu ki biri öldüğünde yıkılacak sanırsın zamanın düzeni. Ölüm şimdi keşfedilen bir şey değil ki evet ölüm hep var. Öldürmekte… Lakin nasıl oluyordu da bunca katliama rağmen hayat doğal akışında sürüp gidiyordu. Nasıl oluyordu da bütün bunlar yaşanırken birileri evlerinde klima ve tv lerini açıp çoluk çocuklarıyla mutlu yaşayabiliyorlardı. Yoksa insanlık türü bizim bildiğimiz gibi sınıf sınıf değildi de türler arası bir çekişmeye mi meyil veriyordu. Yani Arap ve Kürt coğrafyasında ölümler olurken istifini bozmayan insanlık “olsun canım o zaten bizim türden değil.” Gibi bir başıboşluğa mı veriyordu durumu. Yani kaplanları üzmez mi kedilerin ölümü. Yahut kediler pek mi sevinir kaplanlar ölünce? Kendilerinden güçlü bir türün yok oluşu işlerine mi gelir. Lakin kaplanları telef eden her neyse, bir gün kedilerinde boğazını sıkacaktır. Bilinmez ya da bilinmek istenmez.
Birçok göçün olduğunu görüyordu Yakup. Aksaray da işe gidip gelirken ellerinde torbalar, yataklar, poşetler. Bir nevi Yeşilçam da izlediği köyden şehre inen köylü bilinçsizliğiyle dolaşıveren yüzlerce insan görüyordu. Kimi yalnız, kimi ailesiyle beraberdi. Çoğu dileniyor, çöp topluyor, sokaklarda yaşıyordu. Bu duruma alışmalı mıyım diye düşündü. Alışılması gereken bir durum muydu bu. Tramvayın camından belgesel mi izliyordu insanlar. Dünya da yaşananlar seyirlik birer film sahnesi gibi miydi? Roller nasıl dağıtılmış ne olmuştu?
Yakup bir emekçiydi oysa. O ay çalışmasa yiyecek ekmek bulamazdı. O da mülteci değil miydi bu hikayede? Düşünmedi fakat o düşünmese de başkalarının kaygıları ona çarpıyordu. Bir yakının küçük oğlu hastaneden çıkmış, durumu oldukça iyiye gidiyormuş. Onu ziyaret etmek istiyordu. Ailesinin üzerine titrediği güzel bir çocuktu o. Yakup akrabasının evine geçmiş olsun demeye gitti. Eve vardığında ailenin diğer akrabalarının da aileyi yalnız bırakmadığını gördü. Çocuk ilgiden oldukça memnun eskisi gibi sürekli gülüyordu. Hassas bir hastalığa yakalandığını kendisi de biliyor, bakışlarıyla içten içe hala tedirgin olduğunu hissettiriyordu. Herkes “allah korusun tamamen geçecek inşallah” diye dua ediyordu. Hasta ziyareti de olsa oturup bir süre oradakilerle sohbete koyuldu. Yakup’tan yaşça büyük bir akrabası Yakup’un gelmesiyle kesilen muhabbete devam etmek istiyordu. “ya” dedi. “İşte şey diyorduk. Bunlar bilerek getiriyorlar abi. Ucuza çalışıyor adam bizim iş yerinde oldu elli tane mülteci oldu. Devletten alıyor sekiz yüz lira. Zaten bir ihtiyacı da yok. O zaman beş yüz liraya çalışsa da yetiyor adama. Ulan asgari ücret sekiz yüz lira. Adam beş yüz liraya çalışan mülteci varken seni beni ne yapsın. Yakında işimizden olmazsak iyi. Etraftakiler ilgiyle dinliyordu onu. Şişmanca yaşlıca birisi “Allah korusun” diye inledi. Bir diğeri de. “virüsün bunlardan geldiği söyleniyor” dedi. Diğerleri de onaylar gibi fısıldaşmaya başladılar. Yakup şaşkındı “peki” dedi. Bu insanları kim getiriyor, getiren kim se neden sokaklarda yatmasına izin veriyor. Neden dilenmeleri engellenmiyor?” Yakup’un sorusu karşılık bulmamıştı. Ondan yaşça büyük akrabası; “kardeşim” dedi. “maaş alıyorlar maaş. Bir de üniversite okuyacaklarında sınavsız girebiliyorlar. Hatta iş yeri açabiliyorlar. Ben istemiyorum kardeşim. Gitsinler kendi ülkelerine.” “Ne oldukları belli değil, iyiydilerse kalıp savaşsalardı kendi ülkelerinde.” “Onlara giden her kuruş terör örgütlerine gidiyor haberin var mı?”
Yakup oradan uzaklaşmak için izin istedi. O denli garipti ki. Kimse sorunun neden yaşandığını ve çözümün ne olması gerektiğini konuşmuyordu. Her kes bir felaketin kapıda olduğunu söylüyor ertesi gün unutuyordu. Henüz birbirleriyle dayanışmayı öğrenememiş bir toplumun, hastalıklı ve ya sağlıklı bir başka toplumla nasıl dayanışma içinde yaşayacağını düşündü. Sağlık ve sosyal tüm sorunlarını tamamlamış bir ülkenin başka halklara kapısını sonuna kadar açması anlaşılabilirdi lakin bu sorunları kendi halkı bile henüz sımsıcak yaşarken başkaları için sağlıklı imkânlar nasıl sunulacaktı. Üstelik on iki saat çalışmadan, ulaşım, barınma ve sağlık güvencesi gibi hakları yoktu ki bu ülke de yaşayanların.
“Suriyeli’ler iş kuruyormuş.”
“Kursunlar…”