Hayat Apartımanı, alışılmış öykü kitaplarının aksine hacimli bir kitap. 199 sayfalık kitabın kapak tasarımına baktığımızda yayınevini takdir etmemek elde değil. Öykünün kıymetinin bilinmediği ülkemizde özenle hazırlanmış bir kapak bir öykü okuru olarak bizi mutlu ediyor. Fakat aynı özveriyi kitabı açtığımızda göremiyoruz maalesef. Öyle ki öykülerin iyi redakte edilmediği daha ilk okumada göze çarpıyor. Özellikle noktalama yanlışları çok belirgin. Bağlaçlardan sonra kullanılan virgüller, tırnak içindeki biten cümlelerin sonlarında kullanılan virgüller öykülerin sürükleyiciliğini gölgede bırakıyor, hatta okuma zorluğu yaratıyor. Bu durumu yazar fark etmemiş olsa bile editörün gözünden kaçmamalıydı. Kitabın yeni baskısı yapıldığında üzerinde titizlikle durulması gereken bir durum.
İlk öykümüz Şaheserim… Tanpınar alıntısı öykünün ipucunu veriyor bize. Zamanla ilgili bir şeyler ararken kendimizi uzun tasvirler içinde buluyoruz. Ritmi biraz düşürse de asıl öyküye geldiğimizde beklediğimize değiyor. Haldun Taner’in On İkiye Bir Var öyküsündeki atmosferi yaşıyoruz.
Pürselim, maziye özlem temasını seviyor. Üç Kişilik Sessizlik adlı öyküde daha belirgin bu tema. Torun ve dede arasındaki ilişkinin zamanla değişmesi anlatılırken dede, denize; torun da kasabaya benzetilmiştir. Dede ve deniz değişmezken torun ve kasaba değişmektedir. Çocuğun karakterindeki değişimler oldukça başarılı aktarılmış öyküde.
Yazar, toplumun değer yargıları içine hapsolmuş, töre cinayetlerine kurban gitmiş, İslamiyet’in katı kuralları ile cezalandırılmış kadınları görmezden gelmiyor. Yazarın öykücülüğünde kadın hakları çok belirgin. Özellikle Ninni ve Öle öykülerinde…
Ninni öyküsünde bir töre cinayeti anlatılırken bir yandan sevdiği, güvendiği adam tarafından terk edilen ve aile büyükleri tarafından cezalandırılan genç bir kadın anlatılıyor. Töreler ve namus kavramının bireyin yaşamından daha değerli olduğu toplumumuzun duyarsızlığına bir eleştiri niteliğinde. Çok kez işlenmiş bir konu olsa da yazarın konuyu derinlemesine ele alması açısından oldukça başarılı. Doğmamış çocuğa olan sevgisini anlattığı bölümlerde yer yer melodram havası taşısa da çarpıcı finaliyle dikkat çeken bir öykü.
Öle öyküsü “kadının birey olarak kabul görmeyişinin hikâyesi” olması yönüyle benzerlik taşıyor. İslamiyet’in katı kurallarının aldığı bir canın hikâyesini okurken toplumsal algı ile bireyin algısı arasındaki uçuruma tanıklık ediyoruz. Çift katmanlı öykü aynı zamanda bir savaş gemisinin hikâyesi. Kadınla geminin kaderi aynı doğrultuda ilerliyor. İkisi de mutsuzluğun ümitsizliğe dönüştüğü anda artık ölümü arzuluyorlardır. Nihayet arzuladıkları ölüm, cümleyi tamamlayamadan gelecektir: Öle…
Ait olamamak meselesi yazarın ele aldığı konulardandır. Bitmeyen Konukluk ve Raylar Ne Güzel Uzanıyor öyküleri bu anlamda benzerlik gösterse de konuyu iki farklı bakış açısıyla değerlendirmiş. Yazar bu konuyu Bitmeyen Konukluk’ta dini ve ırkı nedeniyle dışlanan, ötekileştirilen bir insanın bilinç akışıyla anlatmış. Aidiyetten uzak geçen bir hayatı okurken aslında hala bir ümidi olduğunu görüyoruz. Nitekim finalde vahiy bekleyen peygamber metaforu aslında ona gitmemesini söyleyecek bir dostun haberini almaktır. Karakterin tek derdi ait olamamaktır.
Raylar Ne Güzel Uzanıyor’da raylar bir manzaranın ötesinde umut ya da umutsuzluğun imgesine dönüşüyor. Daha çok umutsuz bir hal alıyor. Gidenin döndüğü, kaçtığı geçmişin aslında özlediği bir atmosfere dönüşüyor. Ama bıraktığını bulamamak karakterin kaderi gibi… Yakın geçmiş, uzak geçmiş, şimdi gibi başlıklar altında anlatılan öykü; bu zaman atlamaları sayesinde sinema etkisi yaratıyor.
Yazar, öyküden ziyade hikâye anlatmayı tercih ediyor. Olay ağırlıklı anlatısını yaparken kurgu yeteneği gözden kaçmıyor fakat bazen hikâyesini bir sona bağlama kaygısına düşüyor. Çivit Boyalı Ev öyküsünde jeton satan bir görevlinin küçücük kabindeki delikten gördüklerini okuyoruz. Onca görünüm arasında çivit boyalı evi tercih ediyor manzarasında. Aslında karakterin fantezi dünyasının bir ürünüdür ama sonra yazar tuhaf bir tesadüfle çivit boyalı evi yakmayı tercih ediyor. Belki bir metafor olarak kalsaydı küçük bir hayata hapsolmuş insanın iç sıkıntısını anlaması açısından dikkat çekici bir hikaye olabilirdi. Maalesef ki yazar gereksiz bir tesadüfle sona bağlıyor ve öykü inandırıcılığını yitiriyor.
Mehmet Fırat Pürselim, detaya önem veren bir yazar. Pek çok öykücünün görmediğini görebiliyor. Bu hem fiziksel tasvir hem de ruhsal tasvir için geçerli. Bin Bir adlı öyküde Trajik bir ölümün ardından hayata tutunamayan bir adamın hikâyesi anlatılıyor. Ölen karısına olan aşkı onu hayattan soyutluyor. Fakat hayat devam ediyor. Ölümü düşünse de bir baba ve bir erkek olduğunun ayrımına varıyor. Yazar, detay konusundaki hünerlerini sergiliyor. Öyle ki bunu yaparken karakterinin ruh halini başarıyla tasvir ediyor. Bu sayede öykünün arabesk bir hal alıp Yeşilçam filmine dönüşmesine engel oluyor.
Yazar özellikle ölüm temasını yazmayı tercih ediyor. Pek çok öyküde kendini gösteriyor. Öykünün temel konusu olmasa bile alt metin olarak da olsa kendini gösteriyor. Celladın Ölümü adlı öykü adındaki ironi ile kedini fark ettiriyor. Normal hayatında değer gösterilmeyen bir insanın cellat olarak Tanrı rolüne soyunması anlatılırken oldukça başarılı pasajlar okuyoruz.
Ölümün Ötesindeki Köy öyküsü “Ölüm nedir?” sorusunu farklı bir biçimde ele alıyor. Maden işçilerinin ölümünü engellemek için tasarladığı aracın insan emeğinin yerini almasını anlatan öyküde işsizliğin de bir tür ölüm olduğu vurgulanıyor. Karakterin tüm iyi niyetine rağmen ekmek, hayattan daha değerli hale geliyor. Tüm işçilerin ortak yazgısını dile getiriyor öykü. Yazar öyküyü yazarken soru işareti bırakmamak adına kurguya fazla müdahale ediyor. Sebep-sonuç ilişkisi kurmak adına yaptığı bu girişimleri desteklemediği için hikâyede fazlalık gibi duruyor.
Ölümü anlattığı bir başka öykü de Sonra… adlı öyküsüdür. Hayatındaki ölümleri bilinmeyen bir dinleyiciye anlatan karakterin hikâyesi… Bilinmeyen karakter aslında alt benlik ama aralarındaki diyaloga göre gayet uyum içindeler. Alt benlik hikâyelerinin en büyük kusuruyla karşılaşıyoruz. Çünkü alt benlik ile ilişkimiz daha çok çatışmaya dayalıdır. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanındaki Turgut Özben karakterinin alt benliği olan Olric ile olan ilişkisi bu çatışmalı diyaloğun en başarılı örneklerindendir. Maalesef ki bu hikâyede karakter ve alt benlik danışıklı dövüş içindeler. Hikâyenin sonunda daha önce bahsettiğimiz sona bağlama kaygısıyla karşılaşıyoruz. Yazar izahlı metin ortaya koyduğu için bir anlamda okuru küçümseme hatasına düşüyor.
Kitaba ismini veren Hayat Apartımanı öyküsü de ölüm temalı bir öykü. Bir katilin itirafları gibi algıladığımız öykü aslında apartmanın ağzından anlatılıyor. Aslında cinayetlere tanıklık eden bir tarihin anlatısı bu hikâye. Kurgusuyla belki de kitabın en başarılı öyküsü. Kitaba ismini vermekle doğru bir karar vermiş yazar. Hikâyeyi okurken bir yandan değişen İstanbul’u ve döneminin siyasi olaylarını ve yaşattığı acıları da okuyoruz.
Mehmet Fırat Pürselim, kurgu ve atmosfer yaratmakta pek mahir. Detaya gösterdiği özen de ayrıca dikkate değer. Roman diline yatkın bir anlatımı tercih ediyor, detaya düşkünlüğü de bundan olsa gerek. Durumlardan ziyade olaylara ve olgulara değer veriyor. Kitaptan sonra yayınladığı öykülere bakınca öykücülüğünün daha da geliştiğini görüyoruz. Öyle sanıyorum ki bir sonraki kitabında bize eleştirecek daha az konu çıkacak.