Bugün 31 Aralık 2016 Cumartesi… Sabah mahmurluğumun çocukluğumun noel babasına el sallayarak beni uyandırmaya çalıştığı dakikalardayım, uyanmakla uyanmamak arasında bir med cezir yaşamaktayım. Bugün işe gitmedim, aslında dün de gitmedim, önceki gün de… Peki peki, itiraf ediyorum haydi; esasında hiçbir günün hiçbir sabahı koşa koşa işe gitmek için hazırlanmıyorum. Çünkü benim gidecek bir işim yok. Son çalıştığım işten bir sene önce ayrılmakla beraber pasaklı dünyamın değişime uğramaktan çekinen hadiselerince ailemin bana verdikleriyle yetinerek onlarla birlikte yaşıyorum. Ben, noel babanın unutmaya yüz tuttuğu çocukluk hediyesiyim. Fazlaca galip gelen hatır gönül dinlemeyen kibrimin sulu yanından o da nasibini aldı böylece. Annem ve babamla birlikte yaşıyorum, bir kardeşim yok. Otuz yaşıma 2017’nin havai fişekli gününde, 1 Ocak’ta basmış olacağım. Çocukluğumda yılbaşı günleri herkes gibi benim için de neşe kaynağıydı, kargalar en sevdikleri şeyi yemeden hemen önce annemleri uyandırır, evde şakır gibi şarkılar söylerdim. Nitekim büyüdük canım, hep bundan oluyor zaten bunlar. Büyümek çok suçlu, çok günahkâr… Her neyse, büyük popomu yatağımdan kaldırabilirsem nezaket kurallarını ihlal etmediğim gençliğimce annem ve babama günaydın diyeceğim. Bugüne kadar onlara söylediğim günaydınların dışında sabahın en güzel vakitlerini şenlendirecek bir kahvaltı bile hazırlamadım. Adımın neşe olduğunu söylemiş miydim? Sanırım günlerimin neşesi ismime katık edilip bu yüzden ruhumdan çalındı, kader de “Eee yeter artık canım, zaten adın neşe; bir başka neşeyi ne yapacaksın?” diyerek neşemi aldı benden. Uf, çokça karamsarım, peki tamam anlaşıldı. 3o yaşın getirmiş olduğu sendrom dedikleri bu olsa gerek. Gerçi düşündüm de ben 29’da da 28’de de böyleydim. Sanırım bana yeni bir beyin lazım. Çarşı pazarda satılıyorsa bir koşu gidip alırım bak. Ona üşenmem, herhalde yani. Bilemedim şimdi, belki de üşenirim. Kendimi tanımlamayı, tanımayı unutalı çok oldu; en son yirmi beş yaşında edinmiş olduğum erkek arkadaşım bana aynaya bakmam gerektiğini söylemişti ayrılık günümüzde. Eve döndüğümde anıra anıra ağlamak yerine, peçetelerle gözlerimi cilveleştirmek yerine direkt gidip aynadan kendime baktım. E merak etmiştim haliyle, makyajım mı akmıştı, o gün güzel mi değildim, sivilcem mi çıkmıştı, bilmeliydim bütün bunları. Tabii ki hiçbiri değildi. Onun ne söylemek istediğini beş yıl sonra bugün anladım. Anladım da geç oldu, şu an iki yaşında kızı var adamcağızın. Sanırım kızına ilk öğrettiği şey aynaya bakarken görmek istediği kişi yerine gerçek ben’ini görmesi olmuştur. Çünkü çoğu zaman herkes kendinden saklıyor gerçek ben’ini. Bende fazlaca ben de yok aslında; galiba bu da ben’inini kaybetmiş, özünü kayıp aranıyor ilanlarına devredip otostop çekerken yakalamış ve bundan utanarak bir daha kendini bulmayı dahi istememiş biri anlatıyor, işte evet, o ben’im…
Neyse, güzel popomu yatağımdan kaldırabildim. Şimdi annemle babamı uyandırmak için odalarının kapısını tıklatmam gerek. Kapıdan gelen tok ses, babamın tenor sesine hep yazık ediyordu. Annemin sesi bile babamın sesinden kalındı; tabii bu kalınlık bir erkek sesiyle kadın sesinin kıyaslanmaması gerektiğini göstererek annemin hemcinslerine alto havalar atmasına sebebiyet verirdi. Benim sesim mi? Ah tabii, onu da merak ediyorsunuzdur haliyle. Benim sesim, nasıl desem, valla bazen ben bile kendi sesimi duymakta zorluk çekiyorum. Merhaba derken yeni doğmuş bir bebeğin inga deyişleri mi desem, nasılsın derken ilkokul 1’e yeni başlayan kız çocuğunun ağlarken çıkardığı dokunaklı ses mi desem, bir tuhaf işte… Böyle cılız, ilkokul 5’ten terk; diksiyonunu arabanın direksiyonu zannedip bir türlü düzeltmek sağa sola çevirmek zahmetini göstermeyen birinin, yani yine o ben oluyorum, ben’im ben dolu yanlarımın bir yanı işte…
Kapıyı açan kimse yok. Allah allah, onlar bu saate kadar üstelik böyle bir günde uyumazlar ki hiç. Ben nezaketi bilirim de; öyle uzun uzadıya nezaketlere vallahi gelemem. Kapıyı paldır küldürün bile üslubunu şaşırtırcasına açtım ki bir de ne göreyim, yatak düzeltilmiş, odada kimsecikler yok. Utanmış gibi yaparak “ah pardon anne’ciğim, baba’cığım” deseydim, cillop gibi olan yatakları herhalde bu deliliğime gülerlerdi. Odanın kapısını açtığım gibi kapatarak evde bir not var mı yok mu diye iyice bakındım ki bir hediye paketinin içerisinde bir hediye kutusu vardı tozlanmış masamda. Telefonumu nereye koyduğumu aradım durdum ki hediye paketinin üzerinde bir de not vardı.
“Telefonunu biz aldık, evin telefonunu kapattırdık, babanla yılbaşını ve 2017’nin ilk gününü tatilde geçirmek isteğiyle dolup taşarak seni kendinle bir de hediyenle baş başa bırakıyoruz, bize bir süre ulaşamayacaksın ama böylece kendine ulaşacağını düşünüyoruz. Seni öpüyoruz cici kızım, kendine iyi bak; kahvaltı sofrası senin için hazır, öptük, sevgiler…”
Şoktayım. Bu durumda ne yapmalıyım? Evin telefonunu kapattırmışlar da ne demek, üstelik telefonu da söküp götürmüşler. Peki cep telefonum? İnanamıyorum internet de yok! Yok artık! 50’sinden sonra sıyırdılar mı bunlar? Hayır yani, pardon ebeveynlerine daima saygılı bir bireyim de bu kadarı da fazla ama. Tam kendimle mücadele ediyorken kutu ilişti gözüme. Bu ne kadar büyük, devasalıkta kendini aşmış bir kutu böyle? Şaka herhalde. Bu kutunun içerisinde evde kalmış kız muamelesiyle her daim karşılaştığım için koca falan mı var? Şöyle sarışınından, Kıvanç Tatlıtuğ olmasa da bana katlanamayacağı için bir süre sonra; usanç baklavatuğ falan olsun bari. Hey Allah’ım yine kendi kendime saçmalıyorum. Bana yeni bir beyin lazım!
Kutuyu zor bela açmaya çalışıyorken bugünü nasıl değerlendireceğim konusunda iyice endişelenmeye başladım. Haydi kızlar gecelere akalım diyebileceğim yakın bir arkadaşım bile yoktu. Sosyal medya hesabımda selam merhaba nasılsın ne olsun ben de iyiyim falan filan eh işte dediğim samimiyetten bihaber olduğumuz cici muhabbetten hallice olduğum insanlar dışında kimse de yoktu. Akrabalarımın en son akbabalık sınavından kaldığım günler beni terk ettiklerini söylememe gerek yok herhalde?
Neyse, kutu açılmamak için inat ediyor ama ben pes etmeyeceğim. Ve işte paketi yırttım! Çocukluğumdan beri bir şeyleri kavramak konusunda acemiydim, bardağı tuttuğumda titrek ellerim bardağı bile endişeye sürüklüyordu. “Şimdi kırılacağım başıma bir iş gelecek, hayır senin derdinde değilim” der gibiydi. Paketle mücadelem de paketin ağlamak yetisi olabilse gözyaşlarının sel olacağı kadar vahimdi. Kutuyu açtığımda kutunun içerisinde tanımlayamadığım cisim bana “merhaba” diyor gibiydi. Yok canım, çokça panik olmanıza da gerek yok; uzaylıların istilasıyla karşı karşıya değildim henüz. Bu da neydi böyle?
Bir iskelet kafasıyla baş başa kalmıştım, evet, evet, bildiğiniz hani şu ölünce ve kemiklerimiz bedenimizi diskalifiye edip esas yüzünü gösterince kalakaldığımız ve bakmaktan bile korktuğumuz özümüz; iskeletimiz… Şimdi haliyle benim bu iskelet kafasını görür görmez genç kız panikliğiyle fırlatarak dumura uğradığımı belirtmem gerekiyor; ama bunu yapmak yerine iskelet kafasıyla; kuru kafanın mütemadiyen bana göz kırpışıyla cilveleşmek kitabının bilmediğim bir maddesinden uygulamak ihtiyacı hissederek öylece bakakaldım ona… Neşe, neşesini kuru kafaya sıçratmak istiyor ama pek başarılı olamıyor gibi.
İskelet’i elime aldığımda bir düğmesi olduğunu fark ettim. Not aradım taradım ama yoktu. Düğmeye bastığımda evle birlikte patlayacak mıydım, bu bir çeşit yeni yıl ölümümü imzalamak gibi bir şey miydi? “Anne’ciğim kafayı mı yediniz?” diyerek düşünmekten bile endişeleniyordum şimdi.
Elimi bir çekip bir iskelet kafaya yaklaştırarak ve sonunda cesaretimi toplayıp yapmam gerekeni yaptığımı düşünür gibi düğmeye bastım. Ben düğmeye basar basmaz iskelet kafa ellerimin arasından kayarak kendine yepyeni bir vücut yaratır gibi bir kimliğe, bir bedene dönüşüverdi. Ama bildiğiniz insan bedeni de değil; böyle nasıl desem, çöp adam resmi çizen resim yeteneği sıfır insanların çöp adamlarından daha vahim bir beden; bir kimlik… Ana ekranı açılır gibi duvara bir de görüntüler yerleşiverdi. İskelet kafa yerinde hareketler yapıyor, duvarda gördüklerim ise beni şaşırtmaya yetecek kadar tuhaf görünüyordu. Sonra birdenbire iskelet kafa hızla yanıma yanaştı, ağzını açıp beni yiyecekmiş gibi hissettim, panikledim, kaçmak istedim ama onun niyeti bu değildi. Görmekte olduğum görüntüler bugünden de dünden de değildi; ne bugünü vardı, ne dünü… Bu görüntüler tam olarak yarını, 1 Ocak’ı gösteriyordu ve görüntülerde ben vardım. Müthiş bir işe başlamıştım, yolda yürürken daha dik, kendimden daha emin yürüyordum ve adımı layıkıyla yaşatır gibi otuz iki dişimle neşe saçarak gülümsüyordum. Ben böylesi bir ânı geçmişte hiç yaşamadım ki.
Ağzım açık bir şekilde duvarda gördüklerimi seyrederken iskelet kafa masanın üstünde durarak içinden tuhaf sesler çıkarmaya başladı. Sanırım deliriyorum, yalnız kaldım ve yalnız kaldığım için sanrı görüyorum! Şizofrenik durumlara gark ettim sanırım birden.
İskelet kafanın içinde tuhaflaşan sesler birdenbire net bir şekilde duyulan cümlelere dönüştü.
“Ben senin yeni beynin. Evet, bir iskelet kafa olarak görüyor olabilirsin beni; yalnız bugün, haklı davanı kazanmak için senin yanındayım, beni sana gönderdi evren ve saat on iki olmadan evvel karar vererek ya beni alacaksın, ya da şimdiki beynin ve şimdiki düşüncelerinle yaşamaya devam edeceksin yepyeni bir 365 günde.”
“Ne beyni be? Sen bana beyinsiz mi demek istiyorsun? Eciş bücüş bir şeysin, ne olduğun da belli değil. Allah’ım sanırım deliriyorum! Neler oluyor burada?”
Gözlerimi kapatıp yeniden açtığımda iskelet kafa etrafımda dört dönüyordu. Onu hemen ellerimin arasına alarak düğmesine bastım. Bozuk plak misali sesler çıkararak birdenbire duvardaki görüntüleri de kaybettirerek sustu, hareketsizce öylesine olduğu yerde; ellerimin arasında kaldı.
Demek bu kadar basitti bunu kapatmak! Düğmesine basınca bitiyordu her şey. Oh be!
İskelet kafa ellerimin arasında küçülmeye başladı ve karnıma bir yumruk yemişim gibi hissettim.
Korkarak tekrar düğmesine bastım, içerlemiş bana kızmış gibi ellerimin arasında bir hızlı bir yavaş hareket ederek başıma doğru yaklaştı.
“Yoo, hayır, hayır olmaz yok, hayır!” dememe fırsat bile vermeden etrafın karardığını, her şeyin migren atağının habercisi olan auraların gelişini belli eden karartılara dönüştüğünü fark ederek kendimi yerde buldum.
1 Ocak 2017
Bir gemideyim, martılar şakıyan bülbüllerin simit kavgasından bihaber olmasını dilercesine hızlıca onlara attığım simitleri havada kapıyorlar. Annem’le Babamın yanlarına gidiyorum, aslında onların hep benimle olduklarını yeni fark etmiş biri olarak… Bir şeyler, birileri, bir eşya, bir kitap, hatta ve hatta cehalet ve bilgelik bile terk ediyorsa insanı; terk ettiğini düşünüyorsak bu bir yanılgıdan ibarettir. Hiçbir şey terk etmez insanı, insanın kendisi kendisinde olanları ve öncelikle kendisini terk etmediği müddetçe. Terk etmek, yitip gitmenin savunmasızca yaşadığı günlerin acısını çıkarıp kendisini savunmak adına attığı adımlardan başka bir şey değildir. Rıhtımda beni karşılayan annemle babam etrafımızı saran kalabalığın şen şakrak gülüşmelerine bana sarılarak yanıt veriyorlar. Hep beklenmişim demek ki, hep istenmişim, hep özlenmişim, hep hasret diyaloglarını başkaları benim için dökmüş; ben sevilmeye hep en çok layık olanmışım demek ki.
“Nasıl, yeni beyninle mutlu musun kızım?”
“O yeni bir beyin değil baba; gemi rıhtıma yanaşıp limanda seyirci olan bir hayatı tutabiliyorsa insan ruhunda; hiçbir beyin, hiçbir ayak, hiçbir kol ve hiçbir eksiklik hiçbir tamamlanmışlıktan eski veya yeni olan değildir. Beynim eski, yeni olan ben’im…”
“Ben dedin, sen kimsin peki?”
“Peri padişahının 20’lik dişinin daha yeni çıktığını öğrenen sır küpüyüm. Herkesin kendisinden korkarak gizlediği gerçeklerin ölmez bir sözcüsüyüm. Yine şairane konuştum affınıza sığınırım; bu bana beynimin tuzakları… Sanırım bu beyin, bir şairin ya da bir yazarın beyniymiş, ben böyle cümleler kurmazdım çünkü, bilirsin. Aslında cümle dahi kurmazdım, yataktan çıkmaya fırsat bulamadığım için. İyi günler, afiyet olsun sırf ağzım birazcık olsun hareket etsin diyeydi.”
Karşıdan gelen yakışıklı da kim?
“Kocan”
“Kocam mı? Ben ne zaman evlendim?”
“Dünden önce bugünden sonra; yarından çok da uzakta değil. Sen ne zaman istediysen o zaman işte…”
“İstemek, başarmanın yarısıdır diyorsun yani. Çok da yakışıklı! Karizmasını sevdiğim.”
“Sen, bugün dilediklerinle varsın ya hani; çok da şey yapma yani. Ne ne zaman oldu, ne zaman olmadı gibi…”
“Bugün mü doğdum ben?”
“Hayır, bugüne ramak kala ve yarından hemen önce; belki de dün gibi. Sevmek ve istemekle dolu kalpler için zaman mevhumu yoktur ki.”
“Anne, bugün 1 Ocak 2017 değil mi?”
“Yoo, bugün 1 Ocak 2017 değil; bugün, sen ne zaman hazır hissedersen bu beyin hep sende ve bu beyinle birlikte tüm sevenlerin hep yanında günü. Anlamasını bilen beyinler için zaman mevhumunun bir önemi yoktur ki…”
Dilâra AKSOY