Dünyanın ne derdi varsa benim üstüme atılmış da cümle insanın hesabı bana sorulacakmış gibi hissediyordum. Çelişik düşüncelerim, beni yeyip bitiriyordu. Kara kara düşünmeye başlamıştım. Sessiz sessiz, kendi kendime konuşup duruyordum. Biraz sonra ” Neden böyle içimden konuşuyorum ki?” Dedim. “Burada benden başka kim duyabilir beni?” Üstüme üstüme geliyordum. Adeta kendimi bir köşeye sıkıştırmanın yollarını arıyordum. Hayır, dedim kendi kendime “Bu dört duvarın içine sığamam ben.”
Büyük bir hışımla kendimi evden dışarı attım. Güneş kıpkızıl, batmasına ramak vardı. Biliyordum, hiçbir şeyin geleceği tam olarak asla bilinemese de her şeyin geleceği az çok tahmin edilebilirdi. Örneğin: Güneş şimdi batıyordu. Muhtemelen yarın doğup ardından yine batacaktı. Madem ki her şeyin geleceği hakkında az ya da çok tahmin yapılabiliyordu, o zaman neden benim istikbalime dair en ufak bir fikrim yoktu? Hayır, dedim yine kendi kendime. “Sığamam ben bu sokağa, sığamam bu caddeye. “
Bir sarhoştan farksız, nereye gittiğini bilmeyen, nereye atıldığı bilinmeyen adımlarımla bir mehteran gibi iki ileri bir geri gidiyordum. İyi de nereye gidiyordum?
Bir süre daha böyle rastgele yürümeye devam ettim. Ardından Cevdet’le rast geldik. “Nasılsın, iyi misin?” derken anladım ki iki taraf da iyi değil. Uzatmadık daha fazla. Karşılıklı olarak Allah’a emanet ettik birbirimizi, sonra yolumuza yürüdük. Aradan elli metre ya geçmiş ya geçmemişti. Cevdet seslendi:
– Hikmet Kaptan iyi gözükmüyor birkaç gündür. İstersen bir ara yanına uğra adamın da halini hatırını sor. Kaç zamandır uğramıyor muşsun zaten. Adam darılmış sana.
– Eyvallah, Cevdet, uğrarım bir ara.
Kaptanıma da ayıp etmiştim işte. İnsan hayatta sahip olduğu en yakın varlığa bu kadar uzak durur muydu hiç? Bu kadar vakit kendimi o dört duvarın arasına bir köşeye sıkıştırmıştım da ne olmuştu? Derdime dert eklemekten başka neyim olmuştu?
Bu akşamki son durağım belliydi: Kaptanımın yanı. Artık adımlarım bir ileri iki geri gitmiyordu. Daha sağlam basıyordum yere. İnsanın hedefinin olması ne güzel şey. Adımların hızlanıyor, yere sağlam basıyorsun ve işin en güzeli sonunda bir yere varıyorsun. Canım Kaptanım! Bana darıldığında bile neler neler öğretiyordu. Yürüdüm yürüdüm… Yürürken yere atılmış ekmek parçalarını tek tek öpüp alnıma koydum. Sonra onları alıp ayak basmayacak yerlere koydum. Gördüğüm köpeklerin, kedilerin başlarını okşadım. Sevdim onları. İşte Kaptanıma giderken böylesine iyi bir insan oluyordum ben.
Nihayet varmıştım Kaptanımın yanına. Onu görüyordum. Tenekenin içine odunları doldurmuş bir yandan ısınıyor, bir yandan denizi izliyor. “Denizi izlediğine göre kesin bir şeyi vardı bu ihtiyarın.”
Yürüdüm ve yanına gittim. Selam-ün aleyküm Kaptanım, dedim. Ve aleyküm selam, dedi, devam etti. “Hangi rüzgar attı seni buraya?”
Ne diyecektim şimdi ben? Cevdet, böyle böyle, dedi. Kötü olduğunuzu, bana dargın olduğunuzu öğrendim. Gönlünüzü almaya geldim yoksa daha uzun zaman yanınıza uğramazdım mı?
“Bilmiyorum Kaptanım” dedim.”Sığamadım o evin içine artık. O sokağa da sığamadım. O caddeye de sığamadım. Arkadaşlarımın, dostlarımın yanına da sığamadım. Buraya sığmak zorundayım. Çünkü buradan bir adım ötesi deniz. Çünkü buradan öteye atabileceğim bir adımım yok. Çünkü buradan öteye bir adım atarsam boğulurum. Çünkü hala ölecek kadar cesaretli değilim. Çünkü ne yazık ki yaşamayı hala bir çocuğun şekere olan sevgisinden farksız olarak görüyorum. Çünkü hala burada bir kaptanım var…” Sözümü kesti.
-Gidiyorum ben
-Anlamadım?
– Gidiyorum işte
-Nereye kaptanım, balığa mı gideceksiniz?
-Yok, hayır, temelli gideceğim. Geminin eksiklerini tamir ettim. Senin de geldiğin iyi oldu. Sen gelmesen ben gelecektim veda etmeye.
Ne vedasıydı şimdi bu? Hayatımda sahip olduğum en değerli varlık gidiyordu ve ben ona hiçbir şey diyemiyordum.
-Gitmeyin kaptanım. Gidip de ne yapacaksınız?
-Gitmeliyim evlat, başka çarem yok.
– Ortada bir şey bile yok kaptanım ne çaresizliğinden bahsediyorsunuz?
Tenekenin içine odun at, işareti yaptı. Attım ve yine sordum: Neyin çaresizliği bu kaptanım?
Odunun çaresizliği, dedi. Hiçbir şey anlamamıştım.
Anlamadım kaptanım, dedim. Elini dizine vurdu. Gel, dedi. Bak sana neler anlatacağım! Yanına daha çok yaklaştım bana odunu işaret etti yine.
Sen o oduna sordun mu “Yanmak istiyor musun?” Diye. Sormadın. İşte beni de kalbim zamanında öyle bir ateşin içine attı ki… “Yanmak istiyor musun?” diye sormadı. İşte bu yaşıma kadar yandım ben de. Macide’ydi ismi. Vefat etmiş iki gün önce. Kocası mezarına üç gün ya uğrar ya uğramaz. Hayırsız, zengin züppenin tekiydi zaten. Gider başkasıyla evlenir bir aya kalmaz. Şimdi benim en azından sağ iken yanında olamadığımın yanına gitme vaktim. Ömrümün geri kalanını onun mezarının yakınlarında bir yerde tamamlamak istiyorum. Hatta onun mezarının yanına bir mezar da kendime kazmak istiyorum. Öldüğümde beni oraya gömsünler istiyorum. En azından ölümüzün yan yana olduğunu bilmek istiyorum. Hesabımızın birlikte görülmesini istiyorum. Bu sebepten şimdi seninle vedalaşalım sen evine git ben de yarın erkenden yola çıkarım, dedi. Şaşırdım kaldım.
O gece orada onunla birlikte kaldım. Birlikte son bir gece geçirmiştik. Aslında ben uyuyup kalmıştım. Sabah uyandığımda gemi yerindeydi ama kaptanım yoktu. Vedalaşmadan gitmiş olamazdı değil mi? Maalesef öyle yapmıştı. Ağladım. Onu bir daha göremeyeceğimi anladığım için ağladım. Bir daha asla geri gelmeyeceğini bildiğim için ağladım. Bir keresinde “Birine aşık olduğunu hissettiğin an kendini denizin kıyısına at.” demişti. Anlamıyordum. Benim için manasız sözlerdi bunlar. Aşık olmakla kendini denizin kıyısına atmanın ne alakası olabilirdi ki? “Çocuklar da büyür anlar bir gün sözlerimi.” demişti. “Ben çocuk değilim!”deyip çıkışmıştım o zaman. Onun yokluğunu ilk defa şuramda hissedince anladım. Anladım ki “Ben çocuk değilim demek dahi çocuklukmuş aslında. Bugün hayata dair hiçbir şey bilmediğimi anladım. Benim aklım sadece soru sormaya çalışmış bunca zaman. Keşke, diyorum şimdi. “Keşke kendi kendime değil de kaptanımla konuşsaydım. Onunla konuşup alakadar olsaydım şimdi alacak ne kadar çok dersim olurdu kim bilir?
Ve gitmişti… Beni terk edip gitmişti kaptanım. Bir başıma kalmıştım denizin kıyısında. Çocuklar da büyüdü be kaptanım. Bir bir anladım söylediklerinizi. Ama canım kaptanım bile bile bana bu eziyeti neden ettiniz, madem evladınız yerine koyuyordunuz neden bunu söylemediniz, diye soruyordum içimde kopan fırtınalara. Çatarak kaşlarımı, silerek buğulanan gözlerimi, içimde kopan fırtınanın dinmesini bekledim. Kaptanımın bana bunu söylememesi beni derinden yaralamıştı. Belki söylese tüm bu eziyetleri çekmeyecektim. Ne bileyim belki bu denizin kıyısında kaptanımın o eski, yıpranmış gemisinin yanında bekleyerek gözlerimi bir umut diyerek uzaklara, uçsuz bucaksız denizlere dikmeyecektim. Bunu bana nasıl yaparsınız diye ona artık soramazdım. Ama gemisinin içinde bulunan fotoğrafının hala orada olduğunu biliyordum. O fotoğrafı karşıma alabilirdim. Ona hesap sorabilirdim. Büyük bir hışımla atladım o eski püskü, yıpranmış gemiye. Fotoğrafın yanına gittim. Hesap sormaktı niyetim siyah beyaz bir fotoğrafa. Bir baktım ki kaptanım gitmeden bana hayatımın dersini vermişti. Fotoğrafın yanında bir cam şişe ve içinde bir mektup vardı. Dışından bakınca ” Evladıma” yazıyordu. Aldım o yazdığı kağıdı. Sonrasında donup orada öylece kalacağım o mektubu okudum:
“Çok güzel uyuyordun. Uyandırmaya kıyamadım. Macide’nin olduğu yere gemiyle gidemem bu sebepten bu gemi artık senin. Bu geminin kaptanı artık sensin. Şimdi iyi oku bu dediklerimi.
Bırakıp gittim diye çok gücenme bana. Hayatta senin ellerinden bir şeylerini mutlaka alacaklar. Benim de aldılar bunu asla unutma. Herkes gitse kaptanım kalır diyordun ya hani, kaptanını dahi bırakmayacaklar sana. Bak bırakmadılar da. Aşkların, aşıkların, acıların, sızıların hepsi bir gün birer birer dinecek. Bakmayacak gözlerin öyle buğulu buğulu uzaklara. Aramayacak gözlerin, kimsenin gözlerini. Sade sen kalacaksın, sade sen. Sade sen, iyi-kötü, güzel-çirkin her çelişkiden münezzeh tek kalacaksın. Umursamayacaksın. “Hadi kaç günüm kaldıysa bitsin. Ben de çabucak gideyim” diyeceksin. Sen aynı benim gibisin. Sen artık bensin. Sen de benim gibisin. Unutma bir gün sen de gideceksin. Sana mektubumun sonunda şunu söylemek isterim: Sen, ne olursa olsun, denizini asla bırakma. Vursa da, kırsa da, parçalasa da…