Üzerimdeki kalın kaşe paltonun omuzlarımdan aşağı çökmemi istercesine ağırlaştığını hissettiğim an, saatime bakındım. Daha evden ayrılalı henüz bir saat olmasına karşın bunca yolu nasıl kat ettiğimi anlayamadım doğrusu. Neredeyse hava kararmak üzere olmuştu. Kışın havanın bu kadar erken kararacağını unutmuş olmama şaşırdım. Etrafa bakındım, her yanımı kaplayan kar örtüsü şehrin üzerini beyaz bir kefen gibi sarıp sarmalamış, mezarlık kadar sessiz görünüyordu. İçimdeki yangının aksine bedenim buz kesiyordu. Derin bir nefes aldım ve dudaklarımdan sadece dört yıl oldu sözü çıkıvermişti. Dudaklarımdan dökülen bu sesi tam kulaklarımda işiteceğim bir sırada Rüzgârın uğultusu dudaklarımdaki sesi bastırmak istercesine bir kurt gibi uluyordu adeta. Ayağımdaki ıslaklık dizlerimden yukarı tırmanıyor bedenimde ritmik bir titreşime dönüşüyordu. Havanın bu ani kararması karşısında soğuk iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamış, ayaklarımın altındaki kar taneleri kristal bir görünüm kazanmakla birlikte yer yer buz pistini andırıyordu. Bu soğuk karlı havada dışarıda yürümek gerçekten tam bir çılgınlıktı. Dönüş yolu buradan bir hayli uzak görünüyordu. Bedenimdeki sıcaklık gittikçe azalıyor, dizlerimin bağları koşu sırasında ansızın çözülen bağcıklar gibi beni hüsrana uğratıyordu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi ayaklarım bir gölet’i anımsatır cinsten su ile dolmuştu. Satıcı adamın su geçirmez diye ısrarla tavsiye ettiği botlar ne yazık ki bu adamın yalancı olduğunu söylemekle de yetinmeyip ispatı kendine vazife edinmiş görünüyordu. Neyse sanırım eve ulaşana kadar bir kaç küfür savurup rahatlayacaktım. Kahrolası herif hak etmedi değil ama böylesi anlarda her zaman insan kendini rahatlatacak bir çözüm yolu bulmalı aksi halde bu duruma katlanmak gerçekten sinir bozucu olabilir. Eve yaklaştığımda sokak lambaları yerdeki kar tanelerini aydınlatmakla meşguldü. Karşı komşumuz Aynur teyze yine pencere önündeki yerini almış, evin pencerelerini kaplayan eski tül perde sonuna kadar sıyrılmış, görüş acısı genişletilmiş olduğu için sokağın tamamını gözetlemekle meşguldü. Bu kahrolası kadın yazın dışarıdan eve girmek bilmez, kışında pencereden ayrılmaz, pis dedikoducu moruk. Göz göze geldiğimiz an sert bir bakış fırlattım ve fare gibi yuvasını gizlenmesini izledim. Nasılda bir anda perdeleri çekivermişti. Bu yaşlı kadından bu kadar hızlı performans beklemezdim doğrusu. Neyse ki Sokağın güvenlik kamerasını da işlevsiz hala getirmiş olmamın verdiği rahatlıkla kapıya yöneldim. Bir çırpıda cebimden çıkardığım anahtarla kapıyı açıp oldukça yumuşak bir şekilde kapatıp yorgun ve ıslak bedenimi kapıya yasladım. Evin havasını solumak bana o kadar ağır geliyordu ki, bu işkenceye daha ne kadar tahammül edecektim bilemiyordum. Neyse ki yarın her şey bitecekti. Zihnimde yine aynı sözcük dudaklarımdan dökülüverdi. Tam dört yıl oldu. Sanırım henüz gelmemişti, ev oldukça sessiz görünüyordu. Usulca oturma odasına yöneldim, oradan da mutfağa göz attım ve doğruca yatak odama geçip kapıyı kapadım. Midemin büzüldüğünü hissediyordum ama canım hiç bir şey yemek istemiyordu. Bu yüzden üzerimi değiştirip yatağımın üzerine uzandım ve yine derin düşüncelere daldım. Aslında son bir haftadır hep aynı şeyleri düşünüyordum. Aklımın almadığı onca soru karşısında bedenimin nasılda bir haftada yıprandığını hissediyordum. Bu yıkım projesinin kahramanı da sanırım eve girmek üzereydi. Lüks arabaların motor sesini işitmek güç olsa da farları koca bir sokağı aydınlatacak kadar güçlü yanıyor ve kapı sesleri de kendini belli edecek kadar tok bir ses çıkartıyordu. Bu sesi kulaklarımda işittiğim zaman yataktan hızlıca doğruldum, ön kapıyı gösteren pencereye yanaştım ve tülün arkasından onun arabadan inişini ve isteksizce eve girişini izledim. Benim aksime eve girerken kapıya hiçte nazik davranmadı. Kapının sesi yüreğimdeki acının sesine karışmış, bu ses beni sağır edecek kadar zihnimdeki çanları harekete geçirmişti. Ne yana baksam bu odada ve tüm bu evde onunla olan hayatım canlanıyordu. Güzel mutlu günleri maziye sığdırmak zorunda kalmak ne kadar acıydı. Bana yaşattığı tüm bu acılar arasında hala onu düşünebildiğim için kendimden utanıyordum. Yine aynı ses tam dört yıl oldu dedi. Evet, Esma ile evleneli tam dört yıl olmuştu. Bu şehre tayinim çıkıp geleli daha bir kaç hafta olmuştu ki, onunla yine böyle karlı bir kış günü tanışmıştık. O günü asla unutamam. Üzerinde kırmızı bir kaban, siyah pantolon ve deri uzun çizmeler, başında beyaz bir bere. Düz uzun saçlar, küçük temiz masum bir çehre ve gülen gözler. Esma o gün sanki güzelliğin resmi gibi karşımda duruyordu. O ana kadar hayatımda hiç bir güzellik beni bu denli etkilememiş, bir anda hayatımın aşkı ile karşılaştığımın farkına varmıştım. Eh bir şekilde konuşup tanışma cesaretini gösterebilmiş, böyle bir güzellik karşısında onu kaybetmemek adına tüm maharetimi sergilemiştim. Çok uzun bir flört aşamasına ihtiyaç duymadık. Çünkü sanki yıllardır birbirinin hayali ile yaşamış, birbirimizden ayrı geçen bunca senelere yeni eklentiler yapmamak için bir kaç ay içinde evlenmiştik. Hayatımın en güzel günleri başlamıştı. Sanki ondan önce yaşıyordum ama nefes almaktan öteye geçemeyen bir yaşamdı bu benim için. Ama onunla evlendikten sonra her şey o kadar farklı geldi ki bana kendimi dünyanın en mutlu insanı olarak görüyordum. Biz evlendiğimizde esma okulunu bitirmiş fakat bir türlü atanamamıştı. Onun çalışmasını ihtiyacım yoktu fakat onun bu isteğini geri çevirmekte istemiyordum. Bir şekilde kendi konumumu kullanarak eş dost yardımı ile onunda bir kuruma memur olarak yerleşmesini sağladım. Esma artık çalışan bir bayan olmuştu. Bir şeylerin değişeceğini, farklı olacağını biliyordum. Ama onun bu kadar hızlı değişeceğini, başka bambaşka bir kişiliğe bürüneceğini düşünmemiştim doğrusu. Benim o güzel masum çocuksu esmam gitmiş yerine bir başkası gelmişti sanki. Günden güne o kadar çok değişiyordu ki ve bu değişim o kadar hızlı oluyordu ki zamanla onu tanıyamaz oldum. Sürekli bir şeylerden şikâyet eden en küçük şeylerde bile kusur bulmayı kendine meziyet edinmiş, tartışma ya da kavga çıkarmak için sanki durmadan fırsat kolluyordu. Kendine hiç olmadığı kadar özen gösteriyor daha açık seçik şeyler giymeye başlıyor, kendini ve vücudunu sergilemekten çekinmiyordu. Güzelliğin resmi çirkinliğin resmine dönüşüyordu gözlerimin önünde. Artık her gün tartışır olmuştuk. Artık ne onu tanıyabiliyordum ne de kendimi. Mutluluğumun katili ile her gün aynı evde yaşıyordum. Aslında bizimkisi çift kişilik bir yalnızlıktı. Mutlu günler o kadar geride kalmıştı ki dünyanın en mutlu insanı olan ben her gün biraz daha mutsuzluğa sürükleniyordum. Artık tartışmasız ve kavgasız geçen tek bir günümüz dahi yoktu. İşten çıktıktan sonrada zamanla eve geç gelmeye başladı. Yine böyle bir gün evde onu bekliyordum ki birden kapı açıldı. O içeri girer girmez tüm evi iğrenç bir koku kaplamıştı adeta. Benimle tek bir kelime dahi etmeden direk duşa gitti. Daha sonrada yatağına uzanıp yattı. Oturma odasında onu bekledim ama gelmedi. Biraz bekledikten sonra bende yatak odamıza gittiğimde onunla göz göze geldiğim o an hayatımda ilk defa bir başka baktı bana gözleri. Gözlerindeki o bakış kesinlikle ona ait değildi, olamazdı. Bu benim esmamın gözleri değildi. Yanına uzandım teninin kokusu tüm benliğimi rahatsız edecek kadar kötüydü. Bu onun kokusu da değildi. Tenine dokunmak istedim ama bir başka geldi bana o gün. Bir anda tüylerim ürperdi ona dokunamadım, sanki yabancı bir bedendi bu masumiyetini sıcaklığını yitirmiş ölü bir beden. Yataktan hızlıca uzaklaştım. Duşa girip susun sesini sonuna kadar açtım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Bir daha da o yatağa asla onunla birlikte girmedim. Olup bitenleri her ikimizde biliyorduk geriye tek bir itiraf kalmıştı ki onu da ertesi gün gerçekleştirdi. Bir başkasını sevdiğini, onunla olduğunu, benden ayrılmak istediğini söyledi. Bunu uzun zamandır hissediyordum. Ama asla ona konduramadım. Elinden düşmeyen telefonu, gizli gizli bilgisayarda bir şeyler yapması ben yanına gittiğimde panikleyip kapatması bana karşı davranışları her şey o kadar açıktı ki ama ben tüm bunları görmezden gelerek kendime ne çok haksızlık yaptığımı anladım. Bana tüm bunları söylediği an eğer ki gözlerinde bir pişmanlık olsa idi hem onu hem de kendimi hiç düşünmeden öldürebilirdim. Ama ne yazık ki gözlerinde tek bir pişmanlık belirtisi yoktu. E nihayetinde ayrılmaya karar verdik. O benden çoktan gitmişti. Ruhu ve bedeni bir başkasına aitti. Benim evimde ne işi olabilirdi ki. İşte bu düşüncelerle kendimi bu soğuk kış gününde dışarıya attım. Bugün evdeki eşyalarını toplayıp sevdiği adamın yanına taşınacaktı. Onunla karşılaşmamak için bir haftadır ne çok uğraşıyorum, hoş oda gelip bir kaç parça eşyasını alıp gidiyordu hemen. Bugünde son kalan eşyalarını alıp gidecek ve bir daha asla gelmeyecekti. Boşanma işlemlerini de çoktan başlatmıştık. Keşke her şey kâğıt üzerinde olduğu kadar kolay olsaydı ne iyi olurdu. Hayatımı ve onu sorgulamaktan zihnim o kadar yorulmuştu ki bir haftadır hep aynı soruyu soruyordum kendime. Niye? Neden yapmıştı bunu bana, eksik olan ne vardı hayatımızda. Onu benden koparacak kadar bende olmayan şey neydi. Tamamlayamaz mıydık? Birlikte o şeyi bulamaz mıydık? Her şeyi bir çırpıda bırakıp gitmek bu kadar kolay mıydı? Hiç mi sevmemişti beni, iyi ama neden? Gerçekten sevilmeyi hak etmeyen bir adam mıydım ben. Yine kapının o sert sesi pervazları yerinden sökecek kadar hızlı çarpmıştı, işte gidiyordu ve gitti. Onsuz bu evde yaşabileceğimi nasıl düşünmüştü, onsuz nefes alamazdım ki. Bu enkaz yığını altından nasıl sağ kurtulabilirdim. Hayallerim, mutluluğum, yaşama sevincimi öldüren bu kadın beni sağ bırakıp acı çekerek ölmemi bekleyecekti. Ama ona bu zevki yaşatmayacak kadar onurluydum. Son bir kez daha dolaştım mutlu yuvamızda, enkaz kalıntıları arasında hayallerimi aradım mutlu güzel günlerimizi ama hiç biri sağ kurtulamamıştı. Hepsi birden ölmüştü. Bu toplu bir katliamdı. Tek bir görgü şahidi kalmıştı geride sanırım onu da ortadan kaldırmak gerekiyordu. İhanet bıçağı tüm ruhumu, hayallerimi, umutlarımı ve mutluluğumu öldürmeye yetmişti. Bir ekmek bıçağı ile bu yaralı bedenin bileklerinde derin bir bıçak yarası açtım. Damarlarımdan fışkıran kanlar yüreğimdeki acıları da boşaltıyordu gözlerim kararıyor bedenimdeki sıcaklık çekiliyor acıdan böğürüyor tam o sırada bir mektup gözüme ilişiyor son nefesimi de o mektup için harcıyordum. Şöyle yazıyordu:
Sevgili eşim Kemal’e,
Bildiğim tüm mektuplar böyle başlıyordu. O yüzden umarım bana kızmazsın. Biliyorum ne sevgilinim artık, nede eşin. Tüm bunları yitireli o kadar uzun zaman oldu ki. Sana bu şekilde hitap ederken bile tuhaf oldum hani. Söze nerden başlayacağımı biliyorum. Çünkü o kadar uzun zaman düşündüm ki sana yazacaklarımı, o kadar çok kurdum ki kafamda. Ama itiraf etmeliyim ki yazarken bu kadar zorlanacağımı düşünmemiştim. Seninle başlayan o güzel günlerin bu kadar çabuk yitip gideceğini bende düşünmemiştim doğrusu. Bu kadar kısa sürede senden sıkılacağımı ve evliliğimi bir çırpıda bitirebileceğimi hiç hayal etmemiştim. Seninle her şey o kadar güzeldi ki. Kendimi haklı çıkarmak adına sende ne kadar kusur arasam da tek bir tane bile bulamadığımı bilmeni isterim. Sen benim hayatımda tanıdığım en dürüst, en masum, en saf kalpli insansın. Senin tanıyana kadar hayatta böyle bir insanın var olabileceğini hayal dahi edemezdim. Masum ve çocuksu yüreğin insanlara ve tüm canlılara karşı o kadar merhamet doluydu ki dünyada ki hiç bir erkeğin bu vasıflara sahip olamayacağını biliyorum. Çok özel ve farklı bir insansın. Seninle olduğum zamanlarda bunu her zaman hissettim. Belki de beni rahatsız eden şeyde bu oldu, senin bu kadar kusursuz ve mükemmel oluşun. Bir kez olsun beni incitmedin, kırmadın, beni üzecek tek bir söz dahi söylemedin. O kadar iyi bir eş oldun ki, sanırım bu mükemmellik beni boğdu. Hiç kimseye benzemiyordun sen. Diğer erkeklerden o kadar çok farklıydın ki bu fark aramızda her geçen gün büyük bir uçuruma dönüşüyordu. Fakat sen tüm bunları göremeyecek kadar beni seviyordun. Evet, hiç bir zaman senin sevginden şüphe duymadım. Beni tapar gibi seviyordun bunu biliyorum. Bir kadın bundan başka ne isteyebilirdi ki. Çok sordum bu soruyu kendime ama inan mantıklı hiç bir cevap veremedim. Başkalarının eşi iş çıkışı ya arkadaşları ile takılır ya da kahvehanelerde zaman geçirir, eve gitmeyi en son akıl ederdi. Ama sen iş çıkışı doğruca evin yolunu tutardın. Her zaman benimle vakit geçirmek, tüm hayatını bana adamak istiyordun, bununda farkındaydım. Ne başkaları gibi hovardalık bilirdin ne de başkasının karısına kızına bakardın. Senin tüm hayatın bendim. Tüm ruhunu bedenini yalnızca ben kaplıyordum. Tanrı bile kâinatı ve insanları kusurlarla dolu yaratmışken sen neden bu kadar mükemmeldin. Bu kadar iyi olmak zorunda mıydın? Benimle olduğun zamanlarda bile tenimi, bedenimi incitmemek için o kadar narin davranıyordun ki bir kez olsun hoyratça bedenimi yıpratmadın. Küçük bir çocuk gibi sevdin beni, her zaman masum, iyi kalpli bir çocuk. Ah Keşke biraz büyüseydin. O zaman belki de görürdün insanların gerçek yüzünü. Hiç kimse mükemmel değil, olmaya da çalışmıyor. Herkes kendi için yaşıyor, peki ya sen, sen ne için yaşadın? Her kadın mutlu olmak istemiyor. Bazıları acı çekmek istiyor, görmüyor musun işte kadınlar hep kötü erkekleri seviyor. Onları üzen, kıran, inciten, onları cinsel obje gibi kullanan onlara hayatlarında acı ve kederden başka şey vermeyen erkekleri seviyor. Bu benim değil tanrının suçu. Kadınları herkesten ve her şey den farklı yaratmış sanırım. Üstelik sen çok dindar birisin. Ben dindar bir eş de istemiyorum. Hayatımı yaşamak istiyorum ve bu hayat günahlarla doluda olsa yinede yaşamak istiyorum. Ben hiç bir zaman sana layık bir eş değildim, olamazdım da. Keşke böyle gitmeseydim. Senin gibi birine ihanet ederek gitmek sanırım dünyanın en büyük günahı olsa gerek. İçimde ki şeytanın oyuncağı oldum. Öyle bir oyuncak ki dünyanın en masum insanını ve onun sevdiği kadını öldürecek kadar acımaz ve zalim. Senin esman öldü. Onu ben öldürdüm kendi ellerimle. Senden tek bir isteğim var beni hayatın boyunca affetme.
Esma.
Yazan: İBRAHİM ÇELİKSU