İstanbuldaydım. Ne sebeple orada olduğumu bilmeyecek kadar kendimi dağıttığım günlerdi. Bazen salakça da olsa başka şehirlere yolculuk etmek, 'hiçbir şey yapmayıp yalnızca yas tutmaktan iyidir' diye düşünmüş olmalıyım. Bunları bana düşündüren de kim bilir kaçıncı hüsranımı yaşatan bir kadındı. Onu da bilmiyorum. Vücudunuza aldığınız bıçak darbelerinin sayısı birden fazla ise ölümcül vuruşa kadar kimin kaç hamle yaptığı hiç önemli değildir. Sonuçta bu işi birileri yapacak.
Can sıkıntısından mütevellit, okumakta olduğum gazetenin üçüncü sayfasını atlayıp dördüncü sayfasına göz atacakken ''Az önce okumadan geçtiğin sayfada bir 'üçüncü sayfa' haberi olabilirdim ben,'' diye bir ses duydum. Başımı sola doğru çevirdiğimde yanımda oturduğunu bile fark etmediğim, o derece silik bir adamla göz göze geldim. İlk olarak, adamın sağ gözünün şaşı olması çekti dikkatimi. Kalkıp gitmekle oturup adamı dinlemek arasında gittim geldim bir süre. Adamla fazla yüz göz olmayı istemediğimden ''Pardon,'' dedim, anlamamış gibi.
''Diyorum ki; az önce okumadan geçtiğin sayfada bir 'üçüncü sayfa' haberi olabilirdim ben.''
''Ne sebepten? Gazetelere çıkıp ünlü olmak gibi bir maksadınız mı var? Katil mi, maktul mü
olacaktınız peki?''
Adamın sorum karşısında bana acır gibi baktığını hissettiğimde durumumuzun eşitlendiğine sevindim. Çünkü ben de aynı adamın gazetelerde haber olup yer alacağı sayfa dolayısı ile yaşamış olduğu trajik hayat hikâyesine acımıştım. Üstelik daha adamı dinlemeden yapmıştım bunu. Ama biliyordum. Üçüncü sayfalar acıklı sayfalar anlamına gelirler. Bu da, acımayı ve üzülmeyi gerektirir. Bana göre 'empati' denilen kavram bir üçüncü sayfa haberi sonrası ortaya çıktı.
Kısa süren şaşkınlığını atlatır atlatmaz adam:
''Sen gerçekten gazete okuduğuna emin misin? Gazeteye çıkıp ünlü olmayı isteseydim bir buluş yapardım. Ya da ne bileyim yerde bulduğum yüklü miktardaki parayı en yakın karakola götürür teslim ederdim. Katil olup da ünlü olmayı isteyecek kadar budalaya mı benziyorum ben? Ayrıca üçüncü sayfa haberleri kimi ünlü yapmış da ben ünlü olacağım?'' dedi.
O an anladım ki bir şeylerin hıncını benden çıkarmak ister gibi konuşuyordu. ''Haklısınız,'' deyip konuyu uzatmamaya karar verdim. Gazete okumaya devam ediyorken ''Sebebini sormayacak mısın?'' diyerek başka bir kapıyı araladı. Böylece, olur da hâlâ katil olursa, katil olma sebebini merak edip etmediğimi öğrenmek gibi aptalca bir düşünceye sahip olduğunu anlamam da çok vaktimi almadı.
''Neden katil olacaktınız acaba?''
''Sigara içer misin?''
Gizem konusunda doktora yapmış bir adamla karşı karşıya olduğum için işim hayli zordu. Bütün ilginin üzerinde toplanmasını istiyor, bunu beceriyor, daha sonra da konuyu dağıtmak adına ıvır zıvır konu geçişleri yapıyordu. Soruma cevaben sigara içip içmeyeceğimi sorgulaması hayli ilginç ve sinir bozucuydu doğrusu. Sinir harbinden sonra ise ne zaman olduğunu bilmediğim bir anda sigaralarımızı yaktık.
''Karım olacak aşüfte beni aldattı. Ben de onu boşadım. Aldatma işini on üç yıl birlikte
yattığımız yatak odamızda yaptı üstelik.''
Adamın bana hangi soruyu sordurmak istediğine emin olamadığımdan sustum. Adeta duymak istediği soruların peşinden sürüklüyordu beni. Bu yüzden de yönlendirilmeye ihtiyaç duyuyordum. Balık tutmanın öğretilmediği, balığın hep hazır verildiği adamlardan oluvermiştim bir anda. Kısa bir süre bekledikten sonra adamın isteğimi yerine getirmeyeceğini anlayıp doğaçlama, aklıma gelen ilk soruyu sordum.
''Olayın sizin yatak odanızda gerçekleşmiş olması mı acını kamçılayıp seni katil olma
aşamasına getirdi?''
Sen'li ben'li bir muhabbete girdiğime göre artık adamı kanıksadığımı düşünüyordum.
''Ben karımı ya da âşığını öldürmek istemedim ki. Ben, kendimi öldürmek istedim. Çünkü
aldatılmış da olsam, boşanmış da olsam karımı affetmek isteğini bir türlü atamadım
içimden. Üstelik karımı hâlâ çok seviyorum.''
''İyi öyleyse. Tekrar evlen onunla. Madem karını seviyorsun ve affetmek istiyorsun,
yap bunu. Tabii diğer adamı terk edip sana dönerse. Kendini öldürmek de neyin nesiymiş?''
''Karımı affederim affetmesine de gelecek nesillere kötü örnek olurum, adım hep kötü
anılır diye korkuyorum. Benim zaten affedemeyeceğim tek kişi var. O da; benim.
Kendimi öldüremediğim için kendimi asla affetmeyeceğim!''
''Birer sigara daha içelim mi?''
''Gitmem lazım. Aramızdaki sohbet maksadını aştı ve ben bütün özelimi sana anlattım.
Bunu yapmamalıydım!''
Adam yanımdan kalkıp giderken ağır depresyonda olan birisine nasıl davranılır bilemediğimden en azından olur da bir gün gazetelerde ismine rastlarsam tanıyayım diye ''İsminiz neydi acaba?'' dedim. Sorduğum soruya kesinlikle doğru bir cevap almak istediğimden adamla aramızdaki sohbeti tekrar seviyeli bir duruma getirmek için de ayrıca çabaladım.
''İsmimi söyleyemem. Zaten kendimi yeterince deşifre ettim. En azından ismim bari
gizliliğini muhafaza etsin.''
Adamın tutumu canlı yayına bağlanıp da 'ismini vermek istemeyen izleyici' mantığıyla birebir aynıydı. Seksen küsür milyon ülkede bağlandığın kanala gerçek ismini versen ne olur, vermesen ne olur? Ya da nüfusu on altı milyonu zorlayan bir şehirde yüz yüze konuştuğun birisine yalnızca ismini söylemekten çekinmek de nedir? Derdimiz kimliğimizin deşifre olması değil aslında. Derdimiz, kimliğimizin arkasına saklanan kim olduğumuz gerçeği. Derdimiz; korkularımız. Yazık bize!
Adama söylemek istediğim pek çok şeyi söyleyemeden isminin mahremiyetiyle gözden kayboldu. Bir sonraki gün, 'acaba bugün hangi isimsiz kurbanları okumayı yüreğim kaldırmayacak acaba? Yine merak ve endişe içerisinde gazetenin üçüncü sayfasını okumadan dördüncü sayfasına atlıyorum,' deyip bilinçli olarak beşinci sayfa haberlerini okumaya başlarken, artık başka hiçbir şey düşünesim yoktu. Herkes kadar toplum sorunlarına duyarsızlaştım ben de. Ayıp bana!