Oturuyordum, masam boştu. Yaşayamadığım aşklar vardı masamda, bir de yarısı içilmiş bira. Zaten hiçbir şeyi tam yapamadım. Her şey yarım kaldı. Uyandığımda güneş tepeye çıkmış, odanın tek penceresinin kirli camlarından kırılarak alnıma düşüyordu ışığı. İstemeyerek uyandım, her gün yaptığım gibi. Lanet ederek yaşıyor oluşuma. Etrafıma bakındım, telefonum görünürlerde yoktu. Nereye koyduğumu düşünmeye başladım. Dün gece denize atmış olabilirdim. Çünkü önceden de yapmıştım. Çalmayacaksa ne işe yarıyorsun ki lan deyip fırlatmıştım geceden karaya kesmiş suyun dibine. Bir de ses kaydı yapmıştım balıklara, dinlesinler istedim. Çok merak ettiklerini düşünüyordum yukarıda olup bitenleri. Merak edecek bir şey yoktu. Her metresi pisliğe batmış bir toprak parçasıydı sadece yukarısı. Bense tırnaklarımla o pislikleri kazımaya çalışıyordum. Tırnaklarım parçalanıyor, tekrar uzamasını bekliyordum. Tekrar kazıyabilecek kadar uzadığında yine kazıyordum ve yine kırılıyorlardı. Bir zaman sonra bir dönüşüm oluşturdu bende bu. Sıkılmaya başladım , kurtulmaya çalıştım ama farkettim ki , bir bataklığın içine saplanmışım. Ne kadar çabalarsam o kadar batıyordum. Çabalamayınca da batıyordum. Ben de çabalamamaya karar vermiştim. Kaybolduğumda o çamurun içinde, hiç kimse aramadı beni. Hiç kimse sormadı, sormasınlar.
Telefonumu bulamadım, en iyisi bir şeyler yemek diye düşündüm. Dolabı açtım, üç zeytinden ikisini attım ağzıma ve yemek olayını böylelikle hallettim. Öğle için de yiyecek bir şey bırakmalıydım ve bir zeytinin yetebileceğini düşündüm. Odama yani cehennemime dönmüştüm. Balkona çıkıp bir sigara yaksam mı diye düşündüm, sigara paketim nerdeydi ? Onu aramaya koyuldum. Hiçbir şeyi bulamıyorum son zamanlarda. Her şey avuçlarımın arasından kaybolup gidiyor ve asla karşıma çıkmıyor. Neyse ki zor zamanlar için ayırdığım bir kaç sigaram vardı, onlardan birini aldım ayakkabı kutumun içinden. Babamın bana aldığı tek şey olan ayyakkabımın yıllardır sakladığım kutusu. Zaten bana birisinin aldığı tek şey de bu ayakkabıydı. Hiç kimsenin aklına gelmediğimden olsa gerek, bir şey alındığı yoktu. Balkona çıktım, sigaramı yaktım ve karşı evde oturan 35 yaşındaki Zuhal abla ile sevgilisini gördüm. Onlar beni görmemişlerdi. Öksürdüm, yine görmediler. Farkedilmeye ihtiyacım vardı. Ama hiç kimse farketmiyordu. Zuhal abla diye seslenmeliyim dedim. Sonra bunun berbat bir fikir olduğuna karar verdim. Sonra ne diyecektim ki? Kahvaltı yapıyorlardı, zeytin isteyebilirdim. Saçma. Sustum ben de, sadece izlemeye karar verdim. Birbirleriyle cilveleşiyorlar, sevgilisi olacak adamın adı Serhat’tı. İlk zamanlar Zuhal ablanın peşinden çok koşmuş hatta bir keresinde mahalle esnafı ile kavga bile etmişti. Çünkü her gün gelip kapısının önünde bekliyordu. Böyle bir mahallemiz vardı. Mahalle esvafından olmayanlara imtiyaz tanınmıyordu, sanki ayrı bir sınır çizilmiş de vize almadan giriş yasakmış gibi davranıyorlardı. Hurdacılar bile bizim sokağa uğramazdı. Çünkü geçen yıllarda sayamadığım kadar çok hurdacıyı kendi hurdaları ile dövmüşlerdi. Hatta genç bir hurdacıyı, sırf mahallenin en yaşlısı Melihat abla hurdacıdan aldığı parayı beğenmediği ve feryat figan dolandırıldım diye bağırdığı için, arabasındaki çürük demirlerle, onlar da kırılınca, nalbur İsmail amcadan aldıkları kürek sapı kırılıncaya kadar dövdüler. Hastaneye götüren yine nalbur İsmail amcaydı, o başka konu.
Zuhal ablaya hafiften bir şeyler hissediyordum ama ablamızdı sonuçta, bizde ablaya yanlış olmazdı. Hissettiklerimi gömmeye karar verdim. Önce kalbimde büyük bir çukur açtım yine nalbur İsmail amcadan aldığım kürek ile, sonra Hislerimi o çukura koyup üzerini yine aynı kürekle kapattım. Bir de ağaç diktim kalbime. Sonra o ağaç kurudu. Demek ki hisler ağaçları besleyemiyor, tıpkı sevgileri besleyemediği gibi. Tek başına hisler neye yarıyordu ki? Koca bir hiç. Sadece sen hissediyorsun ve öylece kalıyor. Köklerinde his olan her şey kuruyormuş. Bunu anladığımda ölmek üzereydim. Ben de hissetmemeye karar verdim.
Bir ara gözüm bakkalın çırağı Serkan’a takıldı. Bizim evin karşısına geçmiş elindeki top ile duvara vur babam vuruyordu. Bir süre sonra bu sinirime dokunmaya başladı. Bağıracaktım ama ben de çocukken çok yapmıştım bu hareketi, beni hep kovalamışlardı. Ve çok ağırıma gitmişti her zaman. Ben de başka bir yöntem bulmaya karar verdim. Bir koşu banyoya gidip kovaya su doldurdum, yne koşarak bakona geldim ve kovayı aşağıya salladım. Serkan’a diye attığım kova, 95 yaşındaki İdris amcanın kafasına düşmüş. Hassiktir dedim. Ne bok yiyeceğiz şimdi. Kapıyı kapatıp yatağa oturdum, ayakkabı kutumdan bir sigara daha alıp yaktım. Kafamda planlar dönüyordu, polis gelirse uyuyor numarası yaparım, İdris amca öldü dediklerinde de bir güzel ağlarım. Benden şüphelenmezler. Yalan söyleyebiliyordum ama rol yapamıyordum. Bunu düşünememiştim. Yalan söyleyebilen herkesin, oyunculuk kabiliyetinin de üst düzey olması gerekir. Yoksa bittiğinin resmidir. Bunu anladığımda kör olmak üzereydim. Ben de yalan söylememeye karar verdim.
Birkaç saat geçti ama hiç kimse kapıyı çalmadı. Ben de rahatlamanın verdiği hissiyatla tekrar balkona çıkıp aşağıya bakmaya karar verdim. Balkona çıkar çıkmaz yine direkt Zuhal abla ile Serhat’ı gördüm. Ulan ne yediler amına koyayım diye düşünürken balkona niye çıktığımı hatırlamaya çalıştım. Evet, kafasına kova attığım İdris amcanın leşine bakacaktım. Sonuçta artık bir leşim vardı ve her katil olay yerine bir kez uğrardı. Kahretsin ki ben cinayeti kapımın önünde işlemiştim. Neyse, bunun çaresine bakacaktım. Aşağıya baktım, benim kova yerde duruyordu. İçindeki su etrafa saçılmış , kovanın sapı beş metre öteye gitmişti. Kan izi var mı diye dikkatli bakmaya çalıştım ama kırmızı ya da kırmızıya yakın hiç bir şey görünmüyordu. Kafamı kaldırdım, Serhat Zuhal ablanın yanına geçmiş, boynundan öpmeye çalışıyor, Zuhal abla da naza çekiyordu. Evlerinde kimse yok muydu diye düşünmeye başladım. Baktım olacak gibi değil, sonuçta ablamız . Böyle şeylere izin vermek olmazdı. ”Lan” diye bağırdım. Sesim çatallaşmıştı. Her zaman böyle oluyordu zaten. Ne zaman ciddi bir konu hakkında konuşacak olsam, sesim ya çıkmıyor ya da çatal çıkıyordu. Sırf bu yüzden otobüste inecek var diyemeyen bir insanım. Otobüsün durduğu ilk yerde atlayıp kalan yola devam ediyorum. Neyse. Ses tellerime küfrü basıp ”Lan Serhat” diye bağırdım. Serhat bana baktı, Kısa süren şaşkınlığın ardından;
”Ne var” dedi.
”Bizim mahallede böyle şeyler olmaz, hareketlerine dikkat et” deyip çıkıştım Serhat’a.
”Gir ulan içeri gelmeyeyim oraya” deyip atarlanınca, ben de hemen içeriye girip perdeyi çektim. Artık serbestlerdi. Ama Zuhal ablaya bunu yapmasına izin vermeyecektim. Babamın pompalısını alıp kapıya mı dayansam. Zaten İdris Amcayı da öldürdük, nasıl olsa gireceğiz içeri, Serhat’ı da aradan çıkarsam mı diye düşünürken kapı çaldı. Hassiktir. Polis!
Ağlamaya başladım, ama sonra geçti. Çünkü gelen polis değildi . Serhat gelmiş, Zuhal abla ile birlikte. Çay içeceklermiş bende.
”Çay yok” dedim,
”Sıcak su içelim, içine limon atınca güzel oluyor”
Zuhal abla sıcak suyu sevmemiş olacak ki, bakkala gidip neskafe aldı. Bize üçü bir arada kendisine şekersiz ikisi bir arada.
Kahveleri Zuhal abla hazırladı, biz de o arada Serhat ile muhabbet etmeye başladık.
”Ya” dedim, ”sen ne yapıyorsun öyle balkonda, hem de Zuhal ablaya”
”Ne yapmışım ki” dedi.
O an kafayı çakmak istedim ama en son üç yıl önce attığım kafa geldi aklıma, burnum kırılmıştı ve benim kafa attığım çocuk gülmekten ağlamıştı. Sonuçta ağlamıştı ve ben de onu dövdüğüme karar vermiştim.
”Ne yapacaksın ulan” dedim
”ortalık yerde öpüyorsun kızı”
Serhat sadece güldü, daha da sinir olmuştum. Zuhal abla kahveleri getirdi, Serhat’ın yanına oturdu. Birkaç önemsiz konudan sonra, niye geldiklerini sordum. Çünkü bana hiç kimse gelmezdi. Hiç arkadaşım yoktu balkonumdan izlediğm Zuhal abla dışında.
Kaçmaya karar vermişler. Serhat’ın babası böyle bir yerden kız almak istemiyormuş. Serhat da her şeyi bırakıp Zuhal ablanın yanına gelmiş ve bir plan yapmışlar. Beni de plana dahil etmiş Zuhal abla sağolsun. Benim de arayıp da bulamadığım şey zaten, bir yerlere dahil olma isteği. Her çaresiz adamın kurtuluşu, bir başkasının işine yaradığını hissetmesidir.
”Tamam” dedim, ”ben varım.”
Bir an önce başlamak istiyordum. Yapacağım şey çok basitti. Zuhal abla ve Serhat yarın gece evden çıktıklarında onların yerine eve girecektim ve bütün eşyaları toplayıp gece yarısı gelecek olan kamyona yükleyecektim. Sonra eve Kiralık tabelası asıp, kiraya verecek, gelen paranın da yüzde onunu kendime alıp, geriye kalanını onların bana vereceği hesaba yatıracaktım. Çok basitti. Ama asıl iş, mahalleliye ne diyeceğimdi. Zuhal ablanın talibi çoktu ve ben başı çekiyordum ama ablamızdı, yanlış olmazdı. Mahalleliye ne diyeceğimi düşünmeye başladım. Kendime göre iyi bir yöntem bulmuştum. Zuhal ablanın köydeki babanesi felç olmuş Zuhal abla da ona bakmaya gitmişti.
Tüm bunlar olurken ben İdris amcayı çoktan unutmuştum. Zaten hiç kimse de sormamıştı. O anda balkonda kahvaltı yapan Zuhal abla ile Serhat bile farketmemişti. İçim rahattı. İşe yarayacak olmanın gururunu yaşıyordum.
O gece, Zuhal abla ile Serhat evden çıktı ve ben de onlardan sonra eve gidip, eşyaları toplamaya başladım. Çünkü salaktım, çünkü herkes benim gibiydi, çünkü kötü sadece dışardaydı.. Salonun eşyalarını toparlamaya çalışırken, kapı tekmelenmeye başladı. Öyle böyle tekmelenme değil, kıracak şerefsizler. Sonra Bir ses; ”Aç kapıyı Polis!”
Hassiktir dedim Burayı nerden biliyorlar. İdris Amca mevzusu mu patladı.
Ben kapıyı açmadan, kapıyı kırıp içeriye daldılar. Beş tane izbandut gibi polis, üzerime abandı ve beni sürükleye sürükleye aşağıdaki arabanın içine götürdüler. Bütün mahalle toplanmıştı. Hiç biriniz mi uyumuyorsunuz ? diye sordum, cevap veren olmadı. İdris amca’nın oğlunu gördüm bir ara, Ağbi dedim, İdris amcayı ben öldürmedim. Çok pişmandım. Mezarına bile gidememiştim. Bir duayı hakediyordu aslında. Oğlu da cevap vermedi. Seni duymayan insanlara binlerce kelime etmenin bir anlamı olmadığını anladığımda uyumak üzereydim, ben de uyumamaya karar verdim.
Karakola gittiğimizde, sabah olmuştu. Bir yumrukla kendime geldim. Karşımda Zuhal abla ile Serhat vardı. Sizi niye aldılar dedim, önlerine baktılar. İdris amca’nın öldüğünü gördükleri halde bir şey söylemediklerinden diye düşündüm. Değilmiş.
İdris amca da ölmemiş zaten. Kova kafasına düşünce yağmur yağıyor diye saçağın altına girip beklemeye başlamış. Kuruyunca da yağmur dindi sanıp yoluna devam etmiş. Asıl mevzu Bizim Zuhal abla ie Serhat arasındaymış. Bunlar her türlü uyuşturucu işine girmişler birlikte. Serhat babasını değil, babası Serhat’ı terketmiş, kovmuş yani bu yüzden. Akılları sıra, beni eve bırakacaklar ve polise ihbar edip suçu bana yıkacaklar. Kafaları da çalışıyormuş, öyle de oldu. Ama sahte pasaporttan Yunan adasının birinde yakalanmışlar.
Hakim bana 8 yıl verdi, onlara 2 yıl. Çünkü evde ben vardım. Çünkü bende sahte pasaport değil, T.C nüfusu vardı. Çünkü ben mal satıyordum..
Kendi yalanlarıma inanmamayı öğrendiğimde uyanmak üzereydim, uyumaya karar verdim..