Karanlığın en kasvetli anındaysan, vesveseler beyninin etrafını tırmalamaya başlamışsa,
Aldığın her nefes senden sanki nefret ediyormuş gibi boğazını yakarak dışarı kaçmaya çalıştığında ve en çokta yastığa kafanı koyduğunda kılıçlarını bileyen hep kaçtığın düşüncelerin seni köşeye sıkıştırınca ne yapacaksın? Biri beyaz atlıyla karanlığı yara yara gelip seni oradan çekip çıkaracak mı?
Tabiki hayır! Bu hiçbir zaman olmayacak. Ama karanlıktan kurtulmanın bir yolu var. Yeniden doğuşun. Ama bunun için fedakarlık yapacak insanlar lazım bize. Bunlar ateşböceği misali kendi ışığını kendi üretenler. Beyaz atla gelecek birini beklemeyenler. Bunlar öyle insanlar ki bizlere var olduğumuzu hatırlatırlar. İçimizde kullanılmamaktan körelmiş inancı ve sönmeye yüz tutmuş özgürlüğün meşalesini tekrar canlandıracaklar.
Bunu topla, tüfekle, kılıçla değil kalemle, mürekkeple, kağıtla yapacaklar. Çocukların yalnızca doğarken ağladığı bir dünya yazacaklar baştan sona. Evet, bu fedakar insanlar, doğruyu en doğru yazan yazarlar.
Devasa bir yangının içerisindeyiz. Hep beraber yandığımız için anlayamıyoruz bunu. Platon’un benzetmesiyle zincirlenmişiz yerin yedi kat dibine, yüzümüz duvara dönük, sırtımız güneşe, yalnızca arkamızdan geçen objelerin gölgesiyle yetiniyoruz gerçeğini görmek varken. Zaten işin en korkunç yanı da bu. Gölgelerle yaşamaktan mutluyuz biz. Hiç birimizde prangalardan kurtulmak istemiyoruz. Yoksa halimizden mi memnunuz? Ya da uyutulmaya çok mu alıştık? Birilerinin emirleriyle hareket etmeye… Belki de korkuyoruz gerçek güneşin ışığından. Asırlarca bir yansımayı görmeye alıştı gözlerimiz. Ya da taze havadan korkuyor aslında ciğerlerimiz.
Eline verilen pahalı oyuncaklarla uyutulan çocuklar gibiyiz. Duvarlarla çevrelendiğimizin farkında bile değiliz. Acaba gerçeklerden korkup biz mi kendimizi zincirledik? Birbirimizin gözlerine perde mi olduk? Eğer öyleyse tüm insanlık olarak cezamızın diyeti yok.
Korku, sarmış dört bir yanımızı. Akşamları yolda yürürken tedirginiz. Evde tek kaldığımızda tedirginiz. Neyden korkuyoruz? Bizim gibi iki eli iki ayağı olan insanlardan mı? Her gün görüp geçtiğimiz dikkate bile almadığımız insanların o küçücük kafalarının içindeki devasa düşüncelerden mi korkuyoruz?
Bizim gibi görünmeyen, herkesi sanki düşmanmış gibi görmeyi kim öğretti bizlere!
Duyarsızlaştık. Etrafta olup bitene yalnızca seyirci kalmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Bize dokunmayan yılanları kendi elimizle besliyoruz bu sayede. Birbirimizin ayağını kaydırmayı öğrenmek için kendimizle bile yarışıyoruz sanki. Peki neden bu kadar hırs?
Kime bu öfke?
Yazmalı her insan özgürce. Yazmadan nerden bilebiliriz ki içinizdekileri. Kalemimiz kıyıda köşede ne varsa hepsini toplayıp bir yere koyan tek ve en işe yarar alet. Bu aleti kullanmayı iyi bilmek ve iyi kullanabilmek size kalmış. Zaten iyi bir yazarla aramızdaki fark da burda başlıyor. Bakalım kendi ışığımızı kendimiz yakabilecek miyiz? Yeni nesillere ışık tutabilecek miyiz?
Furkan S.