Bir şeyleri kaybetmeyi severim. Özellikle de kendimi. Çünkü insan ancak bir şeyleri kaybettiğinde aramaya başlıyor.
Daha önce hiç bakmadığın yerlerde arıyorsun kendini, varlığından bile haberdar olmadığın yerlerinde bambaşka şeylerle karşılaşıyorsun. Kaybolmak korkutucu, kaybolmak tehlikeli. Ama değil de aslında, tam olduğunu düşünmek en tehlikelisi. Yarım yarım yaşarken düzlükte olduğunu düşünmek, eksikliğinin farkına bile varamadan limit sonsuza devam etmek.
O şarkıda söylendiği gibi ‘’yarım yarım yaşardım hiç bitmem sanarken..’’ Bitersin çünkü. Hayatta bitmeyen bir şey yok, bir şeyler bitmeli ki başka yerlerde yeni şeyler filizlensin. En büyük kayıplar hep insanın kendi içinde gerçekleşiyormuş meğer, kaybettikçe çıplak kalıyormuş ruh ve kaybettikçe güçleniyormuş insanın kendini en çıplak ve güçsüz zannettiği biçimi. Sıfatlardan ve kalıplardan sıyrıldıkla güçlenen ruh, kendi başına kalmayı öğreniyormuş. Kendi başınalık bir eksiklik değil, aksine fazlalık geliyor insana. Bazen kendi kendine o kadar fazla geliyor ki insan. Kalabalıklar içinde yalnızlık hep tek boyutlu ifade edilmiş. İnsanın çevresine yabancılaşması ve aslında o ‘’fazlalık’’ içinde tek boyutlu düzlemde tekil kalması. Halbuki bence yalnızlık uzay düzleminde ele alınmalı. Üç boyutlu yalnızlık, beş boyutlu yalnızlık, yalnızlığın eğimi var mı mesela? Diferansiyel bir denklemde neye isabet geliyor? Veya neyin karşıtlığı yalnızlık?
Kalabalıklar içindeki yalnızlık, insanın kendi içsel kalabalığını anlatmalı bana göre. Beynin içindeki seslerin oluşturduğu hengamede kendini kaybetmeyi, kendini kendi içinde bulamayışını ve aslında da aramayışını. Çünkü her şeyin yerli yerinde olduğu ve tüm acıların aslında bir sanrı olduğu yanılgısı. Öyle mi peki? Değil.
Ne zaman bir bunalımda olduğumu düşünsem, sığınağım olan ev dar gelir; limanım olan dışarısı cehennemim olur. Demiştim, yalnızlık tek boyutlu düzlemde değil. Tek boyutta sorun yok, insanın uzayın derinliğindeki yalnızlığı asıl mesele. Bu yüzden mekansal algıları değiştirmek sorunlara çare değil. Kendinden kaçarken kendine sığınmak lazım belki. Tek katmandan oluşmadığını, daha derinlerde de senden bir şeyler mevcut olduğunu bilmek ve aramaya cesaret lazım. Bir katman daha, bir tane daha ve daha ve daha…
Tekillik ve çoğulluk dil kurallarının bize öğrettiği bir şey olmamalı, çoğulluk iki bağımsızı tanımlamıyor aslında. Bağımsızlık ve çokluk eş anlamlı değil. Kendi içinde kendinden fazla olduğunu bilmek gerekiyor. Erişemeyebilirsin tamamına, ama ulaşmak istediğinde arayabileceğini bilmek güzel. İstediğinde dokunabilirsin, sevginin en net tanımı bu değil mi? Ve dokunamadığını sevmek bu dünyadaki en depresif şey değil mi? Dokunduğunu sev o zaman, yaşamaktan korktuğun samimiyet dokunuşların altında gizli. Kendine dokun önce. Anlamını keşfet. Sana kimse, kendine vereceğin anlamdan fazlasını yükleyemez. Zaten de bu hayatta aslında kimse kimseye anlam yüklemiyor da, aklındaki anlama yükleyecek insan arıyor.
Kimsenin anlamına biçtiği kılıf olma. Zırhını kuşanmadan önce çırılçıplak kalmanın keyfini sür. Yapamıyorsan, yardım al. Her şeyi kendi başına yapmak zorunda olmadığını bil. Zorunda kalırsan da, yapabileceğini bil. Demir leblebiyi bir gün herkes yutacak.
‘’Kaçma’’nın aslında kalmaya en yakın an olduğunu aklından çıkarma. İnsan en çok kaçtığında kalmanın nasıl bir his olacağını merak ediyor; kaçanların bir yanı hep o anın içinde hapsoluyor. Önlem alarak yaşamak, en özgür olduğunu sandığın anda tutsak ediyor seni. Keşkelerin tutsağı oluyorsun. Kendine bunu yapma.
Yıllar önce biri bana ‘’sıradan olmadığını anladığın anda sıradanlaştırdın beni’’ demişti. Hiç anlamamıştım.
Şimdi de tamamen anlıyorum diyemem, ama üzerine düşünüyorum. Yapıyoruz değil mi bunu?
Sıradan olmadığını anladığın an… Sıradanlaştırdın beni…
Ne kadar acımasız bir şey aslında. Karşı taraf için özel olduğunu anladığın an o senin için alelade oluyor. Bütün bu söylenen şeyler anlamını kaybediyor. Dikey ve yatay yalnızlık x ve y düzleminde insanın sırtına kocaman bir kambur oluyor.
Kimseye yük olmak istemeyen o gururlu insan, en çok yine kendine yük oluyor.
Dışarıdan alınan yaralar kolay kapanıyor, insanoğlu olarak her geçen gün derimiz kalınlaşıyor. Her acı, eşiğimizi bir tık daha yükseltiyor, bu sefer içten aldığımız darbeler yüzeye nüfuz etmiyor. İhtiyaçları somut iktisadi kaynaklarla gidermeye çalışırken asıl ihtiyacımızın ne olduğunu anlamadan ölüp gidiyoruz. Ve bir zerremiz bile kalmıyor yaşarken çok anlam yüklediğimiz zihinlerde, ve hiçliğe bakarcasına izlediğimiz kaldırımlarda. ‘’Anlaşılmak, uzanamadığım dalın en uç noktası’’… Kök salmak korkutucu, ancak hiçbir ağaç köklerini salıverecek kadar güvenmeden bir toprağa dalını salmıyor boşluğa, gövdesinde büyütüyor gerçekliğini sessizce, herkesten saklıyor.