Saat 22:30’a yaklaşıyor ve ben bu kelimeleri bilgisayarımın ekranına not düşerken, son bir aydır neredeyse hiç batmayan İskandinav güneşinin yorgun ışıkları odamı aydınlatıyor. Aslında kendi üşengeçliğim yüzünden haftalardır uyku sorunu yaşıyorum. Zira, yatak odamın işe yarar bir perdesi yok ve bu yüzden, kaç zamandır kaliteli bir uyku çekemiyorum. Hatta, 21 Haziran tarihinden bu yana gündüz süresinin her geçen gün birkaç dakika daha azaldığını düşünerek kendimi avutuyorum. Diğer yandan, nasıl olsa birkaç gün içinde Türkiye’ye gidince yıldızlı bir gecenin altında uyurum diye iç çekerek perde tamir işini erteliyorum. Kısacası, şu sıralar aklımın bir köşesi uyku sorunuyla her daim meşgul bir durumda.
Ne tesadüftür ki, son günlerde okuduğum Puslu Kıtalar Atlası da merkezine uyku meselesini almış bir roman. 17. Yüzyıl sonlarında yaşayan Uzun İhsan Efendi isimli yaşlıca bir adam hayatı boyunca uzak diyarlara gitmeyi ve gerçek bir dünya atlası çizmeyi hayal eder. Fakat, çok tembel bir kişi olduğu için bu işin üstesinden kimyevi karışımlarla ve istihare dualarıyla gelebileceğini düşünür. Böylelikle rüyalarında gördüğü sahilleri, tepeleri ve diğer ülkeleri her uykudan uyanışında bir kitaba not eder. Kitap, temelinde Uzun İhsan Efendi’nin oğluna hediye ettiği bu hayali atlası konu ve oğlunun çıktığı maceralı yolculuğu konu alıyor.

Puslu Kıtalar Atlası ile ilgili yazımda hikayeyle ilgili ipuçlarını vermekte beis görmüyorum. Çünkü sizlere anlatacağım hiçbir şey bu kitaptan zevk almanıza engel olamaz. Bence İhsan Oktay Anar’ın bu eserindeki en güzel yan, kitap boyunca süregelen küçük öykü parçalarında saklı bulunuyor. 1001 Gece Masalları’nı anımsatan keyifli öyküler okuyucunun merak duygusunu diri tutuyor ve bir sonraki güzel öykü ne zaman başlayacak diye sayfaları çevirmeye devam ediyorsunuz. Puslu Kıtalar Atlası, Sayın Anar’ın Türk okuyucusuna verdiği eşsiz bir hediye. Eğer siz de benim gibi geleneksel hikâye anlatımına meraklı bir okuyucu iseniz, bu eseri göz ardı etmemenizi öneririm.
Kitaptaki Osmanlıca kelime kullanımı başta gözünüzü korkutabilir. İçtenlikle söyleyebilirim ki, anlamını bilmediğim kelime sayısı sayfa başına en azından üç sözcük olmalı. Telaş etmeyin, ama merak edin. Puslu Kıtalar Atlası’nı bir yandan okurken, bir yandan da bu bilinmeyen kelimelerin anlamını karıştırmak sizi varlığından bile haberdar olmadığınız bir geçmiş zaman adetine taşıyabilir. Örneğin, romanda sözü geçen “mumcubaşı” kelimesinden doğal olarak pek bir şey anlamadım. Ama ufak bir araştırma yapınca, bunun Osmanlı İstanbul’unda bir meslek olduğunu öğrendim. Eski zamanlarda, ahaliyi uykusundan uyandıran, taşkınlık yapan sarhoşlar mahallenin mumcubaşısına getirilirmiş. Bu adam da ufak bir sorgunun ardından, suçlu gördüğü kişileri falakaya yatırırmış.
Bu eski meslekle ilgili elbette ki imrenilecek bir şey bulunmuyor. Hatta, günümüzde yürürlükte olmaması da gayet sevindirici, fakat mumcubaşılarının ortaya çıkmasına sebep olan ihtiyaç hâlâ mevcut. Dünya’nın neredeyse her yerinde sarhoş olup çevreye rahatsızlık veren insanlara rastlamak mümkün. Öyle ki, Norveç’te bu sorunu engellemeye çalışan ‘Natteravnene’ -yani Gece Kunduzları isimli- bir halk hareketi bulunuyor. Polisle iş birliği içerisinde olan Gece Kunduzları, sivil gönüllülerden oluşuyor ve bu insanlar bilhassa cuma/cumartesi geceleri üzerlerine sarı bir yelek giyip barların yoğunlukla bulunduğu semtlerde devriye geziyorlar. Gençlere tavsiyelerde bulunup herhangi bir taşkınlığın meydana gelmesini engelliyorlar. Yani, Norveçli Gece Kunduzlarının sarhoşları falakaya yatırmayan mumcubaşılar olduklarını söyleyebilir ve kendilerine imrenebiliriz.
Gördüğünüz gibi, Puslu Kıtalar Atlası hem geçmişimizi daha iyi algılamama hem de bazı şeyleri içinde yaşadığım gerçeklikle mukayese etmeme yarayan bir eser olarak hafızamda yer bulacak. Kitabın anlatımı yer yer boğucu olsa da kendine has üslubu ve masal tadındaki hikayeleri sizi kendisine bağlayacaktır.
Sercan Leylek / OSLO