– Evet zaman aktı. Bana gördüğüm her şeyi birer birer sayıklattı.
Ozbi
Daha önce var olduğun yere dönmek ne kadar zordur? Var olduğun yere geri dönmek derken ana rahmine geri dönmek değil demek istediğim. Memleketine, eski mahallene veya eski sevgiline… Bumerang gibi atılarak geri dönmek ya da yo yo gibi bağlı olduğun ipe dönmek değil bu geri dönmek. Yuvasından ne kadar uzaklaşsa bile yiyeceğini yuvasına taşıyan bir karınca kadar sahici.
Benim için de biraz özlem, biraz burukluk, biraz da mecburiyetin harmanlanmasıyla oldu memlekete geri dönmek. Uzun zaman olmuştu memlekete gelmeyeli. Kışın montta unutulan bir parayı diğer kış bulmak gibi sürpriz olmuştu. Okumak için gitmiş gittiğim yerde çivi gibi çakılmıştım. En son annemin vefatı için gelmiştim. Belki de bu yüzden de gelmemiştim.
HGS’den geçip Sapanca Gişeleri’nden çıkarak arabanın direksiyonunu sağ tarafa çevirdim ve kaldırıma tükürülmüş yeşil bir balgam gibi duran Kırkpınar NG Sapanca Bedesten AVM’sini geçip ” Mavi ile yeşilin buluştuğu yer ” yazan Güldibi üstgeçitine yazılan yazıyla karşılaştım. Ne çok şey değişmişti. Mezarlığın yanına yapılan AVM, üst geçitler, çoğalmış su fabrikaları, süper güç haline gelen süper marketlerin üremesi, mahalle havasını öldüren Patagonya Devleri gibi duran toplu konutlar. Mavisini daha göremedim ama yeşili çok kalmamıştı bu şehrin.
Memleketim, sanki bıraktığım yerde değildi. Merkeze bile varmadan gördüğüm bu değişim, beni ziyadesiyle şaşırtıp, üzmüştü.
İnsan birine aşık olunca istediği üniversiteyi kazanmış kadar mutlu oluyor. Ayrılınca ise sınav kağıdında yaptığı kaydırma gibi bedbaht.
Dört yılımı geçirdiğim, Sapanca Meslek Lisesi aynı yerinde durması, beni bir yandan mutlu etti, diğer yandan hüzünlendirdi. Çünkü bu aşık olduğum ilk kızın yüzünü gözlerimin önüne getirdi. En son ne zaman görmüştüm onu? Evlendikten bir sene sonra, bir bayram günü bize gelmişti. O gün müydü? Hatırlamıyorum. Ama onun için yaptığım kavgalar, onunla birlikte geçirdiğim eğlenceli günler, okulun etrafında ve dışında dolaştığımız yerler, adının İngilizcesini duvarlara grafitlerle yazdığım yerler birer birer konuşup anlatsa keşke dinlesem o anıları tekrar. En iyi arkadaşımdı. Evrenin sonsuzluğunda el ele dolaşıyormuş gibi oluyordum yanımda olduğu her vakitte. Ama en çok seven tarafın ben olduğumu ve o altında ezileceğini söylemişti bana çıkma teklifi ettikten bir hafta sonra. Belki de korkuyordu. Eğer sevgili olursak zamanla aramızda ki bu bağın kopacağına inanıyor ve mutsuz olmaktan korkuyordu. Belki de haklıydı. Belki de sevgimiz bu aramızda ki adı konamayan bağın oluşmasına izin vermeyecekti. Belki de hala onu düşleyip, bir sigara yakmayacaktım. Belki de adı dilimin ucuna geldiğinde, dilim, damağım kurumayacaktı. Kim bilebilir? Neyse konumuz bu değil.
Karnımda hafriyat çalışması vardı ve arabayı merkeze doğru sürdüm. Büyük bir saat kulesinden geçip, çarşıya vardım. Çarşı çok değişmişti. Madalyonun diğer tarafı gibiydi. Süper marketlerin hakimlikleri çarşı içerisinde kendini fazlasıyla göstermişti. Ama Merkez Lokantası’nı yerinde bulduğum için sevinmiştim. Cam kenarında bir masaya geçip bir porsiyon ıslama köfte söyledim. Memleketimin en güzel yiyeceklerinden biriydi özlemiştim çünkü. Yemeğim gelene kadar camdan dışarı bakarken bir an da çocukluğumun silüeti eski hamamın önünden geçip, gitti. Hergelen Meydanı’nda arkadaşlarda izlediğimiz Fenerbahçe maçları aklıma düştü. Tartışılan pozisyonların, edilen küfürlerin sesleri kulaklarımda çınladı, içilen çay ve sigaraların tatları damağımda hala. Ne çabuk büyüdük, zaman ne hızlı geçti? Neler yaşadık, ne anladık? Sanki zamanın acelesi varmış gibi, bizi bu durumlara kadar getirdi. Biraz daha yaşasaydık o zamanları. Biraz daha …
” Afiyet olsun abicim ” diyen sakallarını yeni kesmiş genç garsonun sesiyle gözlerimi önüme konan buharı tüten buram buram kokan ıslama köfteme çevirdim. Zaman yine işini bilmişti. Ve tam zamanında gelmişti yemeğim. Çünkü konumuz bu değildi.
Lokantadan çıkınca bir sigara yaktım. Hava güzeldi. Bu şehirde, gurub vakti sahil kenarında harika görünürdü. İki basamaklı merdivenlerden inip sahile yürümeye başladım. Lise sonrası ve okuduğum iki yıllık –ki bitirememiştim- ayrıca dersaneye gittiğim dönemlerde bir fiil çalıştığım süper market yerinde duruyordu. Lakin revizyon edilmişti. İç dizaynını değiştirip biraz daha aydınlatmışlardı. Altı yıl boyunca part-time elamanlığından master elemanlığa yükselmiştim sonra full-time elemanlığa geçiş yapmıştım. Sonra çalıştığım mağazayı kapatacakları için işten çıkarılacak kişiler arasına girmiştim. Aslında benim açımdan güzeldi bu. Çalıştığım yılların tazminatımı alıp biraz olsun tatil yapabilecektim ama sevilen ve çalışmanın hakkını veren biri olduğum söylenip full-time eleman olarak çalışmaya devam etmiştim. Mağaza elemanı olmak daha güzeldi. İşini yap saatin dolunca git. Gevşek gevşek hareketlerle dolaşıp ezerek iğneleyici laflarla sanki bir böcekmişiz gibi tiksindirici hallerle dolaşan bölge sorumlularını, bölge sorumlusunu pohpohlamak için var olan mağaza müdürünün yükünü sırtlamak yoktu. Ben biraz başıbozuktum. Zincirlerimi koparmış bir işçi gibiydim hep. Üstlerime saygım vardı ama altlarını ezen üstlere nefretimle karşılık veriyordum. Saygını kademesi yoktur. İnsanlıkla alakalıdır ve insanlıktan yoksun olanlara sadece nefret edilirdi. Sanırım bu yüzden üniversiteyi kazanıp istifamı vererek çekip gitmiştim. Yorulmuştum çünkü savaşmaktan. Kurtuluş muharebesi gibi cepheden cepheye koşturup savaşan bir komutan gibiydim ve tekaüte ayrılma vaktim gelip çatmıştı. Ben de bu hakkımı kullanmış veda etmiştim.
Kuva-i Milliye Parkı’na geçerken, bir an ATM’den para çeken kişiyi eski arkadaşlardan birine benzettim. Ama yaklaştıkça onun olmadığı ortaya çıktı. Aslında gelmişken eski dostları da görmeliydim. Eskisi gibi saatlerce çay bahçesinde oturup makara muhabbet etmek vardı. Ama hepsi benim gibi bekar değildi. İşleri vardı,evlenmişlerdi, çoluk çocuğa karışmışlardı. Kimisinin ikinci çocuğu olmuş, kimisinin çocuğu okuma bayramında piyeslerde görev almış, kimisinin çocuğu da sünnet olmuştu. Bunların hepsini çıplak gözle görmemiştim. Sosyal medya üzerinden görüp telefonla aramış ya da mesaj atmıştım. Yüzüm de yoktu pek görüşmeye. Herkes hayatında birer anı, hatıra bırakıyordu. Ben ise sadece yaşıyordum. Annem çok istiyordu mürüvvetimi görmeyi ama öğretmenlik mesleğimi icra ettiğimi göremeden rahmete varmıştı. Annemin kendine istediği hayali ben gerçekleştirmiştim. İç organlarımın acıdığını hissederek, alt geçite girerken söndürdüğüm sigaranın ardından bir tane daha yaktım. Konumuz bu değildi o yüzden hızlı hızlı adımlarla ilerliyordum. Güneşin hiç acelesi yoktu. Ağır ağır Samanlı Dağları’nın ardına gidiyordu.
Eşyaların üstünü beyaz bir örtüyle örtünce, sanki hayaletlerin evine misafir olmuş gibi hissettim. Eski hatıraların anıların hayaletleri. Hepsinin üstünü örtsen bile yine de akılda canlanmasına engel olmuyordu. Geçmişin üstünü örtmek yaşanmamış anlamına gelmiyordu. Keza daha çok acı veriyordu. Çünkü üstünü örttüğün her geçmişteki şeyler birgün en boktan zamanda tekrar aklına çivi gibi çakılıyordu. Ve bu da acı veriyordu. Yaşanmışlıklar birer resimdir ve aklın sergisinde dolaşan bir sanat severdik. Evin her odasına girdim çıktım. Hayatımın birçoğunu bu evde geçirmiştim. Her odasında her metre karesinde yaşadıklarım vardı. Duvarlara sinmişti yaşanmışlıklar. En çok da odamda. Odama girdiğimde fark ettim ne denli özlediğimi bu odayı. Gençlik yıllarımda kullandığım kitaplık ve çalışma masam hala duruyordu. Bir zamanlar kitaplara eşlik eden kitaplık şimdi ise üstünde ki örtüye muhtaç olmuş halde. Sahilde günbatımını izledikten sonra arabayla çarşı içinden geçerek gelmiştim eve. Sakarya Üniversitesi’ne ait turizm fakültesinin bir yerleşkesi açılmıştı. Eskiden fıskıye olan yeri yıkıp mavi renkte taka gemi koyup ortasından kalem şeklini verdikleri bir sancak direği dikmişlerdi. Filama olarak da okulun adını yazmışlardı. Sahilin Özkum tarafından çıkışında da Sapanca şehrinin hikayesini anımsatan heykeller koymuşlardı. Hatta bir Sanat Sokağı bile yapmışlardı. Ama sanattan ziyade incik boncuk dükkanlarıyla doluydu. Sokağın duvarlarında Sapanca’dan manzara kareleri vardı. İlgi çekiciydi ama uzun vadede değil. Neyse zaten konumuz bu değil.
Mahallemin her yerine, lenduhalar dikilmişti. İlkokul arkadaşım bile evini yıktırmıştı. Evinde yediğimiz salçalıekmek, zeytin, peynir, domatesli ekmekler, mahallemizin köpeği olan Oscar’a attığımız kemikler, hepsi gitmiş, yerine hatıraları olmayan gri renkli duvarlar gelmişti. İnsanlar çoğaldıkça, şehir değişiyordu. Ancak zamanı gelince, değişmiş olan her şey, yerini başka bir değişime bırakacaktı. Çünkü zamanla insanların zevkleri ve ihtiyaçları da değişecekti ve şehirleride tekrar ona göre düzenleyeceklerdi. Ama yapacak bir şey yoktu. Bizim şimdiki yüzünden öncekine özlem duyduklarımıza şimdiki zamanda doğup büyüyenler bilmeyecek. Hangi yüzyılın içinde büyüdüler ise onları özleyecekler. Buna da yaşam deniyordu işte.
Evime vardığım sokağa gelince değişmeyen birkaç yerlerden biri olduğunu gördüm. Zaten bu yüzden gelmiştim buraya. Yol ağızında ki tüm evleri alıp yerine beşer katlı binalar dikip yolu da biraz genişleteceklermiş. Bu nedenle komşum beni arayıp gelmemi istemişti. Ben yıkılmasından yana değildim ama komşularımız istiyorlardı. Onlar da haklıydı eski evlerde oturmaktan sıkılıp daha yeni daha hoş görüntülü evlerde oturmak istiyorlardı. Onlar refahlarıyla düşünüyordu ben ise duygularımla. Yıkılacak evimin altında sanki hatıralarım kalacakmış gibi hissediyordum. 1999 depremi gibi yerle bir olup yok olacaklarmış hissiyle düşünüyordum. Ama bu şehre gelince anladım ki herkes hatıralarını görsel olarak yıkmış. Elbette yanlış değildi. Elbette herkesin hakkıydı güzel yeni bir eve sahip olmak. Para verip alamayacakları evlerde oturmak kötü değildi elbette. Sobayla kömürle odunla uğraşmak yerine sadece iki düğmeye basarak ısınan evlerde oturmak istiyorlardı elbette. Karşı çıkamazdım onlara. Çünkü onlar burada yaşıyordu, ben ise hatıralarımda. Bu taş duvarlar, plastik pencereler hatıraları silemezdi. Onlar yıkılır ama hatıralar ben ölünceye kadar, benimle yaşarlardı. Tüm mahalleleri ve şehirleri yıksınlar. Nasılsa benim hatıralarımın silüetleri asla değişmeyecekti. Onlar rantlarıyla mutlulardı, komşularım evleri olacak diye, ben ise bu şehirdeki hatıralarımla mutluydum. Neyse konumuz bu değil. Yarın öğleden sonra müteaahit ile konuşacaktık. Telefon saatimi saat 10:00’a kurup yattım. Çünkü sabah komşum 11’e doğru kahvaltıya gel demişti komşun. Duş alıp çıkacaktım.
Sırt üstü yatıp, nemli, sıvası dökülmek üzere olan, tavana baktım. Eskiden tavandaki izlerle şekil oluştururdum. Oluştururken de uyurdum. Eski bir alışkanlıktı bu ve yapmayı çok özlemişim.
FERİŞTAH(sayfa 119)