Koşuyor olmalıydım zira anı yakaladığımda fark ettiğim ilk şey kan ter içinde kaldığımdı. Halbuki başta ne kadar sakin yürüyordum. Ufacık da olsa fani bir huzura erişmiş olmalıyım ki ayağımın altındaki kilitli kaldırım taşlarından üzerimi çevreleyen puslu göğe kadar tefekkür ile şükür halindeydim.
Gerçekleri idrak ile aniden irkildim. Sanıyorum bu zamana ait olmayan bir zaman diliminde sıkışmıştım. Doğru şekilde noktalayamadığım hadiseler bir kolaj halinde zihnimin derinliklerinden inatla fırlıyor, ilgiyi tamamen üzerinde topluyor ve beni patolojik bir hal alan bu film kesitlerini izleme ritüeline mecbur bırakıyordu. Nihayetinde insan beyni pause tuşu olmayan bir dvd oynatıcı gibi çizilmiş bozulmuş dvdleri oynatıyor, haliyle insanın kafasını yerinden söküp sağa sola vurası geliyordu.
İşte bu öz yabancılaşma ve öz kaçış motor fonksiyonları akselere etmiş olmalıydı. Tespit yerindeydi peki şimdi ne olacaktı?
Ne altımda kilitli kaldırım taşı vardı ne de üzerimde puslu gök. Onun yerine köhnemiş ahşap parke ile rutubetten yer yer boyası dökülmüs tavan ben burdayım dercesine iki açıdan beni seyrediyorlardı. Güneş ortalığı yeni yeni aydınlatıyordu. Hava temmuz sıcağıyla beraber yüksek bir nem oranıyla oldukça basıktı. Boynumun ıslaklığını hissediyordum. Kan ter içinde kalmıştım.
Zihnim bulanıktı. Neler olduğuna dair bir fikrim yoktu. Sonra birden gözlerim yanıbaşımdaki sandalyeye ilişti. Apar topar kalkılmış gibi bir hali vardı sandalyenin. Odanın köşesindeki masadan alınmış sonra öylece bırakılmış olmalıydı. Kim olduğu belirsiz bu misafir onca belirsizliğin üstüne bir belirsizlik daha eklemişti.
Kapının açılmasıyla irkildim. Vakit bir hayli ilerlemiş olmalıydı. Güneş tam tepede tüm yakıcılığıyla ortalığı kavuruyor, dışarıdan gelen konuşma sesleri insanı daha da yabancı hissettiriyordu. İçeri giren hemşire nasıl olduğumu sorup yanında getirdiği hapları içmemi istiyordu. O an az da olsa neler olduğunu anlamaya başlamıştım.
Alaaddin Keykubat