Ben martıları ilk kez ilkokulda, resim dersinde “m” harfiyle tanıdım. Hani sayfanın yarısında deniz yarısında gökyüzü, kenarda bir de küçük bir ev ve martılar… Hani günbatımına doğru uçan hiçbir engeli olmadan istediği her yere gidebilen özgür yaratıklar. Denizi olmayan kentin çocukları şaşırır görünce bu koca cüsseli deniz kuşunu. Başlarda ürküten, uyutmayan korkunç sesleri; gün geçtikçe normalleşir şehrin melodisine karışır, nakarat halini alır.
Her ne kadar hantal olsa da uçma özelliğine sahip bir hayvanın insanlarla bu kadar iç içe olmasına anlam veremiyorum. Uçsa ya uzaklara. Çok mu lazım vapurdaki insanların attıkları simit parçaları. Hiç de öyle yazılıp çizildiği kadar ne özgürlüğü var ne de cesurluğu. Özgür olsa niye gelsin geri, neden uçmayıp çöplüklerde ağlasın ki? Avını kendi yakalama yetisiyle donatılmış bu hayvan nasıl olur da bir parça simit için -uçma yetisine sahip olmayan- insanların önünde acıyla kanat çırpar? Anlamak çok da güç değil aslında. Yeryüzündeki örnekleri pek uzak sayılmaz bunun. Hani türlü donanıma sahip olup da almak istediği ya da alacağı ne varsa illa başkası önüne altın tepsiyle sunsun isteyen insanlar var ya, işte bunlar birer martıdır esasında. Ne lüzum var kanat çırpmaya ne de olsa birileri simit atıyor. Hep başkasının attığı küçük lokmayla hayatını idame ettirmeye mahkûmdur bu tür. Bir de bu martıların daha irileri vardır; küçük olanların ağzından lokmayı kapar, çoğu zaman kanat bile çırpmaz. Olur olmaz vakitlerde yaygara yaparak dikkatleri dağıtır, konuyu bir anda unutturuverir adama. Anlamsız hareketleri ve gürültüleriyle hemen ilgi odağı olur. Nerede dalmış insanlar var orada martılar. Nedendir bilinmez sadece bize özgü bir şey “martı” beslemek. Zaten yedirmeyi pek severiz biz; acımayı, üzülmeyi kendimize görev bilmişiz. Kimi de bunun edilgen yapılısını huy edinmiş. Çark böyle işlerken bağıranları doyurmak, doyuranları da sömürmek bir gelenek halini almış martılarda.
Oysa kırmak istemeyiz bu masum canlıları lakin gökte ne varsa yere yansıyor vesselam.