Gözlerimi açtığımda bedenimdeki soğukla uzuvlarımın kasıldığını hissettim. Üzerimde ne bir yorgan vardı, nede başımın altında kuş tüyü bir yastık. Bedenimde ki soğuk gözlerimdeki uyku perdesini aralamıştı. Hayır, bu perdeler bana ait değildi ve ben hala uyuyor veyahut kâbus görüyor olmalıydım. Bu gördüklerim daha doğrusu karanlıkta görmeye çalıştığım şeyler bir insanın aklının hayal gücünün çok ötesindeydi. Bir an aklımı kaçırdığımı ya da ölmüş olabileceğimi düşündüm. Ama ben hiç ölmemiştim ki, ölüm denen şeyin nasıl bir şey olduğunu hiç bilmiyordum. Bu hayatta deneyip de tecrübe sahibi olmayacağımız tek konu bu olmasa bile, şuan aklıma bundan başka şeylerde gelmiyordu. Bu zihnimin bana oynadığı bir oyunsa eğer, ben buna eşlik edemeyecek kadar kötü bir oyuncuydum. Korkuyordum. Kendimi karanlık bir kuyuda gözlerimi hiç olmadığı kadar siyaha fener yapıp etrafı incelediğimde gördüklerim karşısında aklımın hala yerinde olması için dua ettim. Hayal ve gerçek arasındaki ayrımı yapamıyordum. Burnuma gelen nemli ve küflü toprak kokusu ve zemindeki bir kaç solucan dışında etrafta kimse yoktu. Yukarıdan aşağıya süzülen gün ışığı zeminde küçük bir noktaya dönüşüyor, ama etrafı aydınlatmaktan yoksun kalıyordu. Ellerimi soğuk, kalın taş duvarlarda gezdirdim. Tırnaklarımın taş duvarlardaki çıkardığı ses yüreğimin sesini bastırmaya yetmiyordu. Korkunun damarlarımdaki kanın yerini aldığını hissettim ve artık özgürce damarlarımda dolaştığını biliyordum. Kendime sorular sormalıydım. Ama ne? Cevabını yine benim vereceğim sorular karşısında hiç şansım yoktu. Çünkü buraya nasıl geldiğimi ya da getirildiğimi hatırlamıyordum. Kesinlikle getirilmiş olmalıydım. Kendi isteğimle burada olmayı isteyecek kadar aptal değildim. İlk soru: Benim bu kuyuda ne işim var? İkinci soru: Nasıl ve kim tarafından buraya getirilip atılmıştım. Kuyuların bir kapısı olmazdı. Beni buraya getirip bıraktıklarını sanmıyorum. O halde ikinci seçenek daha mantıklı, yukarıdan atmışlardı. Cevapsız kalan üçüncü soru daha, iyi ama neden? Ben kime ne yapmış olabilirdim ki. Etraf alabildiğine karanlık, aklımdaki sorular cevapsızdı. Her ikisinden de korkuyordum. İşte onu tanıdığımda karanlık bir kuyuda böylece bekliyordum. Oraya ne zaman geldiğimi, nasıl düştüğümü çoktan unutmuştum. Sanki yıllardır o karanlık kuyunun içinde yaşıyordum. Kuyu derin mi derin, ala bildiğine siyahın her tonunu barındıran, soğuk taş duvarlarla kaplı, zemindeki küf kokusunu ise artık hissetmiyordum. Günler, aylar, yıllar nasıl geçiyor, hiç bir şeyden haberim yoktu. Zaman sanki benim için o kuyuda durmuştu. Ya da ben zamanı durdurmuştum. İnsan hayatındaki zamanı durdurabilir mi, zaman bir nehir gibi akmaya mahkûm değil miydi? Ya peki, o nehir kuruduysa. Benim zamanım tükendiyse. Siyahın koynunda kayboluyordum. Bildiğim tüm renkleri çoktan unutmuş, gözlerimi siyaha hapsetmiş, o karanlık kuyuda çaresizce, umutsuzca bekliyordum. Sessizlik yanı başımda oturuyor, çaresizlik baş uçumda bekliyordu. Artık o karanlık, büyük kör kuyudan kurtulabileceğimi dahi düşünmüyordum. Oradan kurtulmak adına olan tüm umutlarımı çoktan yitirmiştim. İlk zamanlar avazım çıktığı kadar bağırıyor, sesim kısılana kadar haykırıyordum. Ama kimse sesimi duymuyordu. Uzun zaman sonra bununda hiçbir işe yaramayacağını anladım ve beklemeye, çaresizce beklemeye devam ettim. Bazen bir ayak sesi duyuyordum. Ayağa kalkıyor, başımı göğe kaldırıp, ayak sesini dinliyordum. Bazen kuyunun başucuna kadar gelenler bile oluyordu. Hatta beni görenler bile oldu. Ama beni kurtarmak yerine sadece neden orda olduğumu sordular. Beni dinlediler ve hiç bir şey söylemeden gittiler. Arkalarından avazım çıktığı kadar bağırdım. Bırakmayın beni! Bu kör karanlık kuyudan çıkartın beni. Çıkartın, ne olur. Yalvarırım size, yardım edin dedim, ama kimse beni dinlemedi. Sessizce kuyunun yanından uzaklaşıp gittiler. Ayak seslerinin nasılda benden uzaklaştığını dinledim. Attıkları her adım kulaklarımda bir çan gibi yankılanıyordu. Daha sonra ses azalıyor sessizlik hüküm sürüyordu. Hep o kazanıyordu zaten. Her gidenin ardından oturdum kuyuda ağladım. Çaresizce, günlerce ağladım. Göz pınarlarım kuruyana kadar ağladım. Neden diye sordum, neden buradayım ben, ne yaptım. Suçum neydi?(yine cevap yok) peki ya insanlar neden beni kurtarmak için bir şey yapmıyor. Sadece dinleyip izleyip gidiyorlar. Kimse beni o karanlık kuyudan kurtarmak için bir şey yapmıyordu. Ve ben beklemeye devam ediyordum. İnsanlar çaresizliğimi, yalnızlığımı izleyip mutlu oluyorlardı sanki. Ben bir kafesteki sirk hayvanı gibi çırpındıkça, onlar sanki bu çırpınıştan zevk alıyorlardı. Başkalarının çektiği acılarla mutlu olmaktan zevk alan insanların varlığını gördükçe, bazen o kuyuda olmamın onların yanında olmaktan daha güzel olduğunu düşündüğüm anlar bile oldu. Artık kuyunun yanı başından geçenler oluyor ama ben artık onlara seslenmek yerine orda öylece çaresizce beklemeye devam ediyordum. Buradayım! Kuyudayım. Kurtarın beni, ne olur kurtarın, bana yardım edin, demiyordum artık. Biliyordum çünkü onlarında hiç bir şey yapmayacağını, yapmak istemeyeceğini. Bazen kuyunun başına gelip oturanlar oluyordu. Benimle konuşanlar, konuşmak isteyenler oluyordu. Ama kimse benim dertlerimi dinlemekten bir adım öteye geçemiyor, daha doğrusu geçmek istemiyordu. Sadece dinlemek ve izlemekle yetiniyorlardı. Günler, aylar, hatta yıllar bu şekilde geçip gidiyordu. Gözlerim karanlığa iyiden iyeye alışmıştı artık. Siyah o kadarda kötü değildi. Aklımdaki tüm renklerde zihnimde, hayalimde çoktan kaybolmuştu bile. Gökyüzünü unutmuştum. Güneşi unutmuştum. Özgürlüğü unutmuştum. Mutluluğu ise hiç anımsamıyorum bile, sanırım onu hiç yaşamadım. Ona dair hiç bir anı yok aklımda. Çaresizliğin tüm benliğimi sardığı, sessizlik ve yalnızlığın dostluğunu kazanacak kadar uzun bir zaman geçirdikten sonra bir gün, birisi yanaştı kuyunun başına. Bana seslendi. Neden orada olduğumu, oraya nasıl düştüğümü hiç sormadı. Sadece seni nasıl kurtarabilirim, senin için ne yapabilirim dedi. Başımı kaldırdım gökyüzüne ama onu göremedim. Sadece sesini duyuyordum ve bu ses diğerlerinden farklıydı. Neden bilmem ama içimde bir şeyler kıpırdamaya başladı, umutlarım filizlendi. Hayallerim yeşermek için tohumlandı. Bu sesle heyecanlandım. İçim içime sığmıyor, küçük bir çocuk gibi mutluktan yaşadığım onca şeyi bir an olsun unutmuştum. Kuyu sanki birden bire aydınlanmış, karanlık güneşe yenik düşmüş, siyahtan ortalıkta eser yoktu. Onun benimle konuştuğu anlar hep böyleydi. O benim kurtarıcımdı. Melek kızdı o. Evet, adına melek kız demiştim. O kimsenin yapamadığı, yapmaya dahi cesaret edemeyeceği bir işe kalkıştı. Ondan öncekiler bırakın denemeyi, bunu akıllarını ucundan dahi geçirmediklerine eminim. Ama melek kızın en başından beri aklında bu vardı. Ben çok denedim, çok çırpındım, bu karanlık kuyuda çok çıkış yolu aradım, ama hiç bir çıkış yok. Burası çok yüksek ve oldukça derin, ala bildiğine karanlık her yer her şey karanlık desem de melek kız bunların hiç birini dinlemedi, aldırmadı. O sanki ne yapacağını çok iyi bilen bir usta gibi hemen işe koyuldu. Melek kız dua ediyordu bana. O dua ettikçe çaresizlik başucumdan kalkıyor, yalnızlık benden uzaklaşıyor, kuyu aydınlanıyor, güneş karanlığı boğazlıyor, karanlığın ve aydınlığın savaşını izliyordum. Melek kız dua ediyor, kuyuda bir merdiven beliriyor, ben basamaklara tırmanıyor, usul usul kuyudan yukarıya tırmanıyor, karanlığın koynundan kurtulmak aydınlığın boynuna bir an önce sarılmak istercesine hızlı hızlı adımlarla yükseliyordum gökyüzüne. Merdivenler de iken dışardan gelen seslere kulak kesildim. Bunlar kuşların sesiydi. Özgürlüğü getirdiler aklıma. Masmavi gökyüzünü anımsattılar bana. Kalbim hızla çarpıyor, nefesim kesilecek gibi soluyordum. Heyecanlanıyor ve bir an önce bu kör karanlık kuyudan kurtulmak istiyordum. Ama sonra, birden basamaklar tükendi. İçim ürperdi. Korkuyu hissettim. Başımı kaldırdım melek kız yoktu. İyi ama ben daha kuyudan çıkmamıştım ki. Daha çok basamağa ihtiyacım vardı. Ama o çoktan gitmişti. Hem de hiç bir şey demeden, hiç bir şey söylemeden. Boğazımda bir şeyler düğümlendi, yutkunamadım. Özgürlük ve esaret arasındaki o ince çizgide yapayalnız bırakılmıştım. Hem de özgürlüğe bu kadar çok yaklaşmışken. Karanlığa onun adını fısıldamadım. Kızmadım ona, kırılmadım da. Üzülmedim, arkasından tek damla gözyaşı dahi dökmedim. Durduğum yerde çatır çatır çatırdadım sanki. Dizlerimin bağı çözüldü o son basamağa yığılıverdim. Karanlık tekrar sardı etrafımı, yalnızlık oturdu bir basamak aşağı, çaresizlik tepemde belirdi. Sessizlik kulaklarımda küpe oldu sallandı. Umut fidanlarım kurudu. Hayallerim hiç yeşermeden sarardı, ansızın ne yapacağımı bilemedim. Kalakaldım orda, öylece durdum. Bekledim onu, bekledim. Kurtarıcımı bekledim. Ölüm gibi bekledim onu. Ya bu karanlık onunla son bulacak, ya bu karanlık benim sonum olacak.
Not: Melek kız bir daha hiç gelmedi. Bense henüz ölmedim, fakat nefes almaktan da bir adım öteye geçemedim. Oysa yaşamak bunun çok daha ötesinde bir şey olmalı, bu kör karanlık kuyunun dışında, başka, bambaşka bir şey olmalı. Bıraktığı yerdeyim belki ama bıraktığı gibi değil artık.
Yazan : İBRAHİM ÇELİKSU