Bu hikayede geçen olayların gerçekle bir ilgisi yok elbette. Tamamiyle hayal ürünü olmakla birlikte Eskişehir’de Cafe de Kedi diye bir yer ve ötekileşen, ötekileştirilen bir çok insan diye de bir gerçekliğimiz var..
Eskişehir’de güzel bir kafe var: Cafe de Kedi. Ara sıra kedi sevmek ve kafa dinlemek için oraya giderim. Mekânda en az 20 en fazla 30 kadar kedi var. Belki de daha fazla. Ben ancak bu kadarını sayabildim. Çoğu uyku modunda ve hırçın bir ruh hali içinde. Kimisi de gelir kucağına oturur adeta o tatlı ve öpülesi vücudunu “sevilmeye” bırakır. Sana da sevmesi kalır..
Bir gün yine Cafe de Kedi’ye oturuyorum. Tek başıma kitap keyfi yapacağım. Hava mis. E tabii öyle olunca kafenin bahçesine çıktım. Burası balkonla bahçe karışımı bir yer. Etrafta çiçekler asılı ve de kediler. Evet baya baya kediler asılı burada. Raf tarzı düzeneklerin üzerlerine yastıklar konmuş, kedilerde keyif yapılacak yer bellemişler ve sahiplenmişler burayı. Uyuşuk hayvanlar uykuyu ne çok seviyorlar..
Ve ben asılı çiçek ve kedilerin arasında keyifli keyifli kitabımı okumaya başlıyorum. Kafe çalışanı geliyor “bir şey alır mısınız?” diye soruyor, cevaplıyorum: “Bir tane meyveli soda.” Çilekli-karpuzlu… Birkaç dakikaya geliyor sodam ve içmeye koyuluyorum. Derken içeriden birkaç kişi daha muhtemelen sigaralarını tüttürmek için bahçeye çıkmaya başlıyorlar. İlki ilgimi çekmiyor, diğeri garip ama sevimli bir tip. Vücudunun görebildiğim her yeri dövmeyle kaplı. Giyim tarzı dikkat çekici. Ben dövmelerinin şekillerini incelemeye koyulmuşken, tanımış olduğumu fark ediyorum. Etraftakilerin dikkatini çekmemiş olmaması da garip. “Biz bu çocuğu birkaç yıl önce Eurovision’ a yollamadık mı yaa nasıl bir tanıyan çıkmaz yuh artık” diyorum içimden. “İnsanlar ne ruhsuz.” Diye de devam ediyorum.. Bu serzenişimi hissetmiş olacak, gelip karşımdaki koltuğa oturuyor. Üstelik hiç de izin istemeden, sadece naif bir gülümsemeyi yüzüne boca etmiş bir şekilde.
İlk önce umursamıyorum onu. Şaşırıyorum ama bir yandan da gayet rahatım nedense. İnsan genelde masasına pat diye oturan kişilere karşı pek kibar olmayabilir ama bu durum beni sadece gülümsetiyor. O da muhtemelen durumdan gayet hoşnut olmuş olmamdan ötürü bu kadar rahat tavırlar sergileyebiliyor ilk kez gördüğü bir kıza karşı…Demek ki bazıları için sadece tanınmış olmak bile yetiyor bazen.
“Sevdiniz mi Eskişehir’i?” diyorum gözlerim hala okuduğum kitapta.
O da bu rahatlığa karşılık verircesine yanına gelen bir kediyi sevmeye başlıyor. Ve cevabım kediye gösterdiği ilgi alaka bittiği anda cevaplanabiliyor ancak.
“Güzel şehir.” Diyor sadece.
“Abartıldığı kadar yok ama di mi?” diyorum gülümseyerek.
“Yokmuş. Ama benim buraya gelme amacım ne bu şehir ne de haftasonu yapacağım konser.” diyor.
“Biliyorum ben.” Diyorum.
“Bilmen güzel..” diyor. “O zaman ne kadar önemli şeyler olduğunu da bilirsin.”
“Farklı gözle baktıklarını görebiliyorum bazen sana” diyorum. “Ama dert etme, aynısı bana da oluyor..”
O sırada kafe çalışanı geliyor. Benim boş bardağımı alırken ona klasik sorusunu soruyor:
“Ne alırdınız?”
Sadece bana ve konuştuğumuz konuya odaklanmış olduğunu hissettirmek için, genç oğlanın yüzüne bakmadan cevaplıyor:
“Şimdilik bir şey istemiyorum, teşekkürler!”
Kafe çalışanı gidiyor. Bu kez bende ona bakmaya başlıyorum.
“Şiirlerin güzel ama.” Diyorum.
“Konuyu değiştirme. Ben buraya gerçekten bu önemli konuyu konuşmak için geldim.” Etraftaki insanları göstererek: “Buradaki insanlarla da konuşabilirdim ama neden seni seçtim bunu bir düşün istersen.” Diyor. Sesinde ki özgüven duygusunu hissedebiliyorum. Ama mevzuu o değil. Öyle olmasına rağmen bu kez ben de kendinden emin bir cümle kuruyorum.
“Ne yani kendimi özel mi hissetmeliyim bu durumda?” diyerek küçük bir kahkaha atıyorum.
Konu bir türlü o “mühim mesele”ye gelmediği için geriliyor. Ellerini birleştirerek bu kez bana doğru daha da yaklaşıyor ve ses tonunu azaltıyor:
“Aptal!”
Gülümsüyorum. O da gülümsüyor. Bana kullanmış olduğu bu kelime hoşuma gidiyor nedense. Demek ki kendine dert bellediği şeyi benimle paylaşacak kadar samimiyetime güveniyor diyor iç sesim. Bu öngörüm ne kadar gerçekçi bilemiyorum o an için. Ama yine de sevdim bu kelimeyi.
“Burada mesele senin veya benim özel birisi olmuş olmam değil. Mesele ikimizin de aynı sorundan muzdarip olması. Konuyu bildiğini söylediğin halde neden hala lakayt davranıyorsun anlamış değilim.” Diyor.
“benim tarzım bu” diyorum aklımca espri yapmaya çalışarak.
“Bence sen espri yapmıyor saçmalıyorsun.” diyor yine o güzel gülümsemesi tüm yüzüne yayılıyor.
“Peki.” Diyorum. “Ciddi olacağım, söz veriyorum.” Yüzüme ciddi bir ifade takınıyorum. Devam ediyorum..”Aslına bakarsan ben bu insanların, bu insan yığınının hatta ve hatta dünyanın benim için ne dediğini zerre umursamıyorum çoğu zaman biliyor musun? Benim hesabım Allah’a! Ondan sonra yaşadığım toplumla konuşabilecek şeylerimiz olabilir belki… “
Biraz yüzü düşüyor.
“Ama bu ülkenin fertleriyiz. Bazen zoruma gidiyor, her zaman değil ama bazen… ” Bazen kelimesini yüzünü yere eğerek, bastırarak tekrarlıyor.
“Haklısın ama başkalarına göre yaşarsak da kendi hayatımızı bazen feda etmek durumunda kalabiliyoruz. Ben bunu istemiyorum. Sen ister misin bilemem ama hayatlarımızı birde “elalem ne der” sorusuyla meşgul edersek, “iyi bir hayat” ideasını kendi elimizle yok ederiz, inan buna. Gerçi bir sanatçı/şarkıcı olarak senin hayatının çok da kötü olabileceğini düşünmüyorum ama..” diyorum. Gülümsetiyor bu sözlerim.
“Ne yani sanatçıyım diye dünya benim de canımı yakmıyor mu sanıyorsun.. Azalmış olsa da kinim.. “diyor.
Gülüşüyoruz.
‘İnsanlar bazen yağmurun yağması bazen de yağmaması için duaya çıkıyorlar… Oysa, farklı renklerin bir araya gelmesiyle gökkuşağı oluşur.” diyorum konu kapanıyor. Başımdaki şala odaklanıyor.
“Renkleri güzelmiş..”
Gülümseyerek yine, teşekkür ediyorum… Ve o çok önemli mevzuu üzerine kafa yormadan, hayat enerjimizi tüketmeden, tartışmadan, ne kendimizi ne de yaşadığımız toplumu ötekileştirmeden kapanıyor, bir daha da hiç konuşmuyoruz. Birer çilekli-karpuzlu soda daha söylüyoruz, ağzımız çilek kokuyor.