“Bir kusurumuz var, hepimiz mutlu olmak için geldiğimizi sanıyoruz bu hayata” Schopenhauer’in mutluluk ile ilgili aforizmasının başlangıç cümlesi. O zamanlarda da insanlar mutluluk için yanıp tutuşuyorlarmış demek ki. İnsan, ne zaman mutluluğu arar peki ya da daha doğrusu ne zaman aramaya başlar? Başlangıç noktası nedir insan ruhunu mutluluk özlemine iten? Tüm bu soruları sormak için, galiba insanın kendi iç yolculuğunda bazı aşamaları geçmesi lazım.
Her medeniyetin bir gelişme süreci olduğu gibi ruhumuzunda bir gelişme süreci vardır. Bu gelişme adımlarına; tasavvuf biliminde kemale erme, pozitif bilimde ise ihtiyaçlar teorisi olarak isimlendirilmektedir. Aslında her iki bilim türü de insanın belli aşamaları geçmeden mutluluğu arayamayacağını belirtmektedir. Schopenhauer ise zaten mutluluğu aramanın bir kusurumuz olduğunu söylemektedir. Neden bu şekilde bir düşünce yapısı hakimdir peki mutlulukla ilgili? Gerçekten insanlar mutlu olamaz mı? Mutluluk Kaf dağının arkasında mı?
Pozitif bilim penceresinden ele aldığımızda, İhtiyaçlar teorisinde Maslow 5 ana ihtiyaçtan bahsetmektedir. Fizyolojik ihtiyaçlar, Güvenlik ihtiyacı, Sosyal ihtiyaçlar, Değer Verilme/Saygınlık ihtiyacı ve Kendini gerçekleştirme. Bu teoride mutluluk ve sevgi; sosyal ihtiyaçlar kategorisinde yer almaktadır. Maslow’a göre insan fizyolojik ihtiyaçlarını yerine getirmeden ve kendisinin / ailesinin güvenliğini sağlamadan mutlu olup olmadığı ile ilgilenmemektedir. Bu konu ile ilgilenmek için, öncelikle insanın kendisi ya da çevresi ile ilgili düşünmeye başlaması gerekmektedir. Düşünen insan kendini sorgulamaya başlayacaktır. Pratik hayatta da aslında düşünen bir toplum yaratmak istemeyen ülkelerde sıkça bu teoriden yararlanıldığına şahit oluyoruz. İnsanların sadece ilk iki kategoride kalmaları sağlanarak düşünmeleri engellenmektedir. Eğer bir ülkede geçim derdi ve güvenlik problemi varsa o ülkenin insanlarından hayat hakkında ya da uygarlığın gelişimi konusunda düşünmelerini, üretmelerini bekleyemeyiz. Gelişmiş ülkelerin total dünya ekonomisinin yüzde yetmişini forse ettiği gerçeği göz önünde bulundurulduğunda her şeyin ne kadar bağlantılı olduğunun idrakine varmış oluyoruz. Aslında kısır bir döngüden de bahsediyoruz burada. Sürecin sadece ilk iki basamaktan var olduğuna inanan ve diğer basamakları görmeyen ya da konfor alanından çıkmak istemeyen insanların yaşadığı toplumların ilerieyemediğini fark ediyoruz. Bu durum apayrı bir tartışma konusu ancak su götürmez bir gerçek şu ki insanoğlu olarak göremediğimiz, hayal edemediğimiz şeylerin peşinden bırak koşmayı, beynimizde bulunan beş milyon nörondan bir tanesini bile bunun için çalıştırmıyoruz.
Tasavvufi açıdan bakacak olursak, insanın kemale yani kâmil insana ulaşması için toplamda 7 basamak bulunmaktadır. Toplam olarak belirtmemin nedeni birazdan açıklayacağım basamaklara (tasavvufta makam olarak adlandırılır) ulaşmanın çok zor olması ve dördüncü makamda kâmil insanın yolculuğunun başladığına inanılmasıdır. Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainlik, Rıza, Merdi ve Safiye olarak yedi makam nefsimizi beklemektedir. Makamların isimleri kafamızda canlanmadığı için anlamlarını kısa olarak belirtmekte fayda olduğunu düşünüyorum.
Emmare makamı, ego basamağı olarak kabul edilmektedir.Yani yapılan her şeyin nefis kendisinin yaptığını, benliğin üst safhada yaşadığı makam olarak bilinmektedir. Levvame makamında nefis egonun kötü olduğunu hissetmekte ancak halen benliğin olduğu farkına varamamaktadır. Mülhime makamı, egodan kurtulmuş olarak kendi ibadetini gerçekleştirmeye çalışan nefis olarak adlandırılmaktadır ancak nefis halen bu makamda yapılan her şeyin kendisi tarafından yapıldığını zannetmektedir. Mutmainlik makamı yani kâmil insanın başlangıç noktası olarak adlandırılan makam ise yapan yaptıranın bir yaratıcı (Allah) olduğunu ve kendisinin yaradanın bir sureti olduğunu fark etme makamı olarak isimlendirilir. Rıza makamı; adından da anlaşılacağı üzere her şeyden razı olunan makam olarak adlandırılır. Bu makamda olan nefisin, şikâyet ya da hayıflanma hakkının bulunmadığına inanılmıştır.
Merdi ve Safiye makamları ise çok derin bir felsefik içeriğe sahip tamamen uzun bir tartışmanın konusu olma hakkına sahip oldukları için detaya girmiyorum ancak bu iki makamda tamamen teslimiyet ve yaratıcının hakimiyeti mevcuttur. Peki tasavvufi açıdan mutluluk ne zaman aranmaya başlar ya da mutluluk aranması gereken bir his midir?
Tasavvufi açıdan bakıldığında mutluluk aranması gereken bir his ya da durum değildir. Mutluluk ancak Allah’a (yaratıcıya)kavuşunca elde edilebilecek bir histir ve diğer tüm mutlulukların sahte bir mutluluk olduğu düşünülmektedir. Dünyada yaşanan bir mutluluk ancak nefsin mutluluğu olarak nitelendirilir ve dünyada nefsin mutluluğunun mutmainlik makamında yok olduğu düşünülmektedir.
Schopenhauer tasavvufla ilgilenmiş mi bilemem ama tasavvuf ile paralel çizgide olduğunu söyleyebilirim. Ona göre dünya, insanın acı çekmesi için tasarlanmış bir tiyatro oyunudur. İnsanın mutlu olabilmesi için varoluş problemini çözmesi ve kendini ortaya çıkarabilmesi gerektiğini söyler. Fakat yaşama isteği insanı bencillikten kurtaramayacaktır, insanı bencillikten kurtaracak şeyin merhamet olduğunu söyler.
Schopenhauer insanı bencillikten kurtaracak erdemin merhamet olduğunu söyler tasavvuf ise yapan yaptıranın Allah (yaratıcı) olduğunu ve benlik diye bir kavramın olmadığını, hoşgörünün en önemli olduğunu belirtir. Acı çekmek tasavvufta çok anlamlı bir erdemdir ve acı çekip tevekkül ederek Allah’a daha yakın olunacağına inanılır.
Schopenhauer, tasavvufi felsefe ve Maslow’un mutluluk ile ilgili olan bu çıkarımlarını bir kenara koyarak günümüze baktığımızda, özellikle sosyal medyanın teşhire dönüşen yüzleri ile karşımıza çıktığı gibi sürekli bir mutluluk arayışının hâkim olduğunu gördüğümüzü söyleyebilirim. Sahici olmayan, sürdürülemez ve biraz da gösterişe dayalı mutluluk tanımı gözümüze gözümüze sokulmaktadır. Geçenlerde okuduğum ve çok yakın zamanda amerika’da yapılan bir araştırmada, sosyal medyanın “mükemmel” hayatları yansıtan yüzünün gençlerin ruh sağlığına zarar verdiği ifade ediliyor ve intihar oranlarının arttığı bildirilmektedir. Yapılan çalışmayı, hepimizin yaptığı davranış şekillerini göz önüne alarak düşünelim. Sosyal medyada özellikle instagramda yaptığımız paylaşımlar gözümüzün önüne gelsin. Düşündüğümüzde, ekseriyette ya da belki sürekli diyebiliriz mutlu ve en güzel anılarımızı paylaşıyoruz.
Aslında bu şekilde yaptığımız paylaşımlar instagram’ın ilk kuruluş felsefesine aykırıdır çünkü İnstagram, kuruluş ruhunda fotoğraf paylaşım sitesidir. Genel geçer tabir ile portre, manzara ya da doğa fotoğraflarının paylaşılması için kurulmuş ancak popüler kültür ve kapitalizm ile bu şekilde popüler bir sosyal paylaşım uygulamasına dönüşmüştür. Mutlu an paylaşımlarımıza geri dönersek; hepimiz, en mutlu, en iyi en güzel yani bütün olumlu sıfatlarının önüne en ekini koymak istediğimiz fotoğraflarımızı paylaşıyoruz. Münferit sadece kendimizi düşündüğümüzde basit bir anı saklama olarak anlamlandırabiliriz ancak hepimizin takip listesinde olan fenomen olarak tabir edilen kişiler vardır, bu kişilerin sürekli gösterişli paylaşımları belki de yılda birkaç hafta yaşayacağımız şekildeki anların sürekli telefonunuzdan aşağı doğru aktığını gözümüzün önüne getirelim. İşte bu durumun belki de iki saatte bir zihnimizin maruz kaldığını düşünürsek bu çalışmanın çokta ütopik olmadığı anlayabiliriz.
Günlük yaşantımızı bir an gözümüzün önüne getirelim ve Schopenhauer’in merhametini ya da Tasavvufunun hoşgörüsünü nasıl hayatımızda sürdürülebilir şekilde uygulayabileceğimizi kendimize soralım. İki felsefik görüşe istinaden merhamet ve/veya hoşgörü bizi mutluluğa götürecektir. Bu iki erdemi hayatımızda sürekli uygulayabiliyor muyuz peki? Ya da uyguladığımızda suistimal edilme korkusundan nasıl kurtulabiliriz? Bence en önemli durum suistimal edilme korkumuzun olmasıdır. Öğrenilmiş çaresizlik hayatımızın her anında bizi yakalayacaktır. Tecrübe olarak adlandırabileceğimiz öğrenilmiş çaresizliğimiz bizi her an ve her durumda merhamet ve hoşgörü göstermemizi engelleyecektir. Öğrenilmiş çaresizlik sendromu, organizmanın göstermiş olduğu tepkilerin sonuca ulaşmaması durumunda, sonucu değiştiremeyeceğine karşı oluşan inanç ile gelen bir ruh hali durumudur. İlk olarak hayvanlarda denemiş ve literatüre bu şekilde geçmiştir. Teori sahibi Martin Seligman, teorisini şöyle özetler: “Ne zaman ki bir kişi, yaptığı şeyin küçük de olsa fark yaratamayacağına kendini ısrarla inandırırsa, kendini çaresiz hissedecek ve hiçbir şey yapmamayı tercih edecektir.” Ancak burada yapmamız gereken, öğrenilmiş çaresizliğimizin önüne merhamet ve hoşgörüyü konumlandırabilmemizdir. Peki nasıl alacağız bu iki erdemi ön sıralarına?
Öğrenmemiz gereken en önemli mottolardan birisi, sanırım, her insanın gözümüzde/aklımızda 100 puan üzerinden başlatmamız gerektiğidir. Tasavvufi gözlükle daha derine inmek gerekirse; her insan Allah’ın bir kulu (sureti) ve her şey Allahtan tecelli etmektedir. Bu bağlamdan düşündüğümüzde her insan zaten mükemmel bir yaratıcıdan meydana geldiği için 100 puandan başlar düşüncesi mantıklı gelecektir. Karşımızdaki kişinin suistimalini ya da kötülüğünü gördüğümüzde 100puan eksilmeye başlayacaktır. Her insanın zaten ayni olamayacağını bildiğimiz için karşımızdakinin aklımızdaki sanal değeri farklı olacaktır ve kendimize ait eşik noktayı geçtikten sonra o insandan uzaklaşarak kendi kendimizi korumaya almamız gerekmektedir. Her yeni insanı 100 puan olarak düşünürsek öğrenilmiş çaresizliğin önüne geçebiliriz.
Mutluluk, insanın uzun zamandır aradığı ve veya arayacağı bir duygu durumu olarak insanlık devam ettiği sürece tartışılacak gibi duruyor. Mutluluğun aranmasının doğru olup olmadığı ise asıl sorumuz olarak kalacağı kesin. Eski yeşilçam filmlerinde olduğu gibi her zor/kötü durumdan mutluluğu çıkarmak mı yoksa yeni bohem filmlerde olduğu gibi mutsuzluk üzerinden yaşamak mı bu hayatı daha çekici kılacaktır? Her iki durumda da unutmamamız gereken şu ki, yaşayacağımız hayatın tek olduğu. Hayatta kendimizi nasıl anlamlı hissediyorsak o şekilde yaşamak yapabileceğimiz en erdemli şeyin olduğunu düşünüyorum şu dünyada. Yine de Adile Naşit gülümsemesinin hiç eksik olmayacağı günleri yaşamamız dileğiyle…