Bir şehri şehir yapan içinde ki hatıralardır. Ne kadar uzaklaşsan da şehrinden bir gün geri geldiğinde gri duvaların üstünden atlar, kaldırımlardan iner gelir durur önünde. Bayramlarda çocukların gelen misafirleri kapıda karşılayıp harçlık beklemesi gibi durur. Bazı hatıralar harçlık alan çocuk gibi sevinç halini aldırır bazıları ise alamadığı harçlığın hüsranıyla başı öne eğdirir. Gelenlere anlatırsın nelerelerde ne hatıran var. Gidenler için ise bir sigara yakarsın. Gidenlerin sayısını sigara paketinde kalan sigaralarla anlarsın veya boşalan şişelerden. Ama kimi nereyi terk ederseniz edin asla hatıralarınızı terk edemezsiniz. 25 senemi bu şehirde geçirdim. Mahallemizin eski toprak fırını. Mahallenin tek bakkalı. Mahalle maçlarında parçaladığımız dizlerin sahibi toprak futbol sahası. İlk yediğim dayak ve ilk yumruk atmayı öğrendiğim okul bahçesi. İlk defa öpüşmeyi öğrendiğim mahallenin en kuytu köşesi. Evden çıkıp çarşıya gitmek için arşınladığım yollar. Mahallemden çıkarken sigaramı yaktığım köşe. Caminin karşısında ki fırında oturan amcanın ezanı beklemesi. Eski belediye binasının altında ki göbekli manav. Maraşlı dondurmacı. Tıraş olduğum berber. Çerezlerimi aldığım büfe. Biraları aldığım diğer büfe. Sahile inerken selam verdiğim esnaf abiler,amcalar. Çaylarımı gırla muhabbetle yudumladığımız vazgeçemediğimiz çay bahçesi. Büyük asırlık çınar ağacı. Biraları içtiğimiz sahilin en sonunda ki eski sandal…
Sonra terk ettiğim bu şehre geri geldiğimde sadece bu hatıralarım beynimin şehrinde kaldığını gördüm. 15 sene sonra gelip yıllarımı verdiğim şehir hiç tanıdık değildi. Ne gri duvalarda çocukluğum vardı ne de sokaklarda çocukluk seslerim. Sessizleşmişti tüm sokaklar. Bisiklete binen, mahalle maçları yapan, sek sek oynayan, ip atlayan, kaldırımlarda taso oynarak diz çürüten, saklambaç, kör ebe, simit, uzun eşek oynayan çocuklar yoktu. Karbonmonoksit kokan mahallem de bacalı evler yoktu. Ya eski toprak fırın? O da yoktu. Bakkal? O da yoktu. Gri duvarlı şehirde eskiden eser yoktu. Sokaklarda kimseler yoktu. Acaba herkes mi terk etmişti bu şehri? Yok canım eğer terk etselerdi bu koca koca ucuz balkonsuz binaları, Avmleri, otoparkları, süper ve hipermarketleri kim yapmıştı?
Eğer bir şehirde minarelerden uzun evler dikilmişse o şehir ölmüş demektir. Devlerin arasında korkusuzca kalan cüce olarak Camiler kalmıştı. Eminim ki açgözlü, paraya tapan, Avrosantrik düşüncelere sahip, zillet müteahhitler camileri de Avmlerin içine ya da otoparkların, heyula görüntüsü yaratan apartmanların altına veya üstüne yapmak istemişlerdi. Belki de modern bir camii yapmak istemişlerdir. Ama güçleri yetmemiş belli ki.
Sahil yoluna giderken apartmanların birinden bir çocuk çıktı. Çıktı ama ne sağına soluna baktı ne de önüne. Ezbere attığı adımlarıyla az ileride bulunan süpermarkete girdi elinde kocaman bir telefonla. Hey gidi apartmanda bilgisayar ve telefon başında büyüyen bir çocuk ne bilsin hayatı? Çocuğu bekledim biraz. Marketten çıkarken bile kafasını kaldırmıyordu. Elinde ki poşette ekmek ve süt vardı. Beni görmedi bile apartmana girmeden seslendim.
– Pişt ufaklık?
– Evet
– Saat kaç?
– 14:21
– Peki ekmek kaç para?
– ???
Çocuk sorduğum her sorunun cevabını verirken kafasını elindeki telefondan kaldırmadı. Ekmeğin kaç para olduğunu bilmeyen bir nesil yeşermişti bu şehirde. Oysa ki bir çocuk ekmeğin kaç para olduğunu bilirdi eskiden. Fırından çıkan sıcak ekmeğin kıytısını koparır eve varana kadar ekmeğin yarısını yerdi. Köyden gelen tereyağını arasına sürüp sürüp yerdi. Mahalle maçlarından döndüğünde salçalı ekmeğini yer biraz dinlenir tekrar toprak sahaya geri dönerdi. Şimdi o toprak sahaya kocaman bir Avm dikmişler. Orada yatan hatıraların üzerine.
Her zaman oturduğumuz çay bahçesini de yıkıp Fast-Food ürünleri satan bir dükkan açmışlardı. İçerisinde hunharca insan vardı. En çok ta kilolu çocuklar doluşmuştu. Sonra asırlık çınar ağacını kesmişlerdi. Onun yerine yapay bir ağaç koymuşlardı. Ne gölge yapıyordu ne de yapraklarını döküyordu. Bir Eylül ayında yapraklarını gökmeyecekse ağaç ne anlamı kalırdı sonbaharların?
Sinirlenmiştim ve dudaklarımdan küfürleri boşaltırken bir sigara yaktım. O ara rüzgar esti ardından bir sayfa uçuştu son marka bir arabanın kapısına çarpıp durdu. Arabadan inen bir adam o sayfanın varlığından habersiz üstüne basıp Fast-Food dükkanına girdi. Arabanın yanına gidip yerde ki sayfayı aldım. Her iki yanında yazılar yazılıydı. Dudağımda sigaramla eskiden bira içtiğimiz köşeye yani şimdi ise boylu boyunca kafe olan sahile indim. Kafenin birine oturup çay söyledim. Çayım gelene kadar etrafı izledim. Masalarda muhabbetin yerini tık tık tık yazı sesleri, art arda gelen mesaj sesleri almıştı. Kimse kimseyle muhabbet etmiyordu ama birlikte oturup çay içmeye gelmişlerdi. Çayım geldikten sonra sayfayı okumaya başladım. Adamın üstüne bastığı yerde ayak izi çıkmıştı bazı harfleri çıkartmakta zorlansam da okudum. Bir yerden tanıdık gelmişti okuduklarım. Sigaramı söndürürken düşündüm biraz. Tatlı tatlı gölden esen rüzgarın etkisiyle bulmuştum. Bu sayfa Ömer Seyfettin’in Kaşağı adlı hikayesiydi. Çocukken ilk okuduğum hikayelerden birisiydi. Edebiyat aşığı bir adamdım. Kitaplığımda binlerce kitap vardı. Türk ve Dünya Edebiyatıyla doluydu. Şimdi ise ayaklar altında ezilmeye mahkum olmuştu edebiyat. Eski benliğini korumaya çalışmakta edebiyat. Ama kimse eskisi kadar okumuyor. Eskiden de çok kişi okumazdı. Lakin bu zamanlara göre oldukça çok okura sahipti. Kimse sahafçılara, kütüphaneler, kitapevlerinde zamanını harcamaya tenezzül etmiyor. Herkes cebinde taşıdığı insanlığı yok etmeye beyinleri küçültmeye başlayan telefonlardan vakit bulamıyordu. Ömer Seyfettin’in hikayeleriyle büyümeyen bir insanlık doğmuştu yeryüzünde. Artık gitme vaktim gelmişti. Çünkü yabancıydım doğduğum bu şehre. Birçok turistin içinde kaybolmaya başlamıştım. Sinirlendim bir yandan da. Bu şehri bu hale getirenlere bir kamyon küfür savurdum. Hey gidi naftalin kokan hatıralar eski sandıklarda saklılar. Ve bir yandan da sevindim aslında. Çünkü bu şehrin ben içindeyken değiştiğini görseydim sanırım kendimi öldürüp üzerime bir Avm diktirirdim.