‘Nankûr’ kelimesi dilimize Farsça’dan geçmiştir. ‘Nan’ ekmek ‘kûr’ kör demektir. Ekmeği görmeyen, iyilikten anlamayan, nankör…
Bugün içinde filizlenen şey nankörlüktü insanın. Vaktiyle bir meleğin insana bed duası olacaktı herhalde nankörlük. Yoksa bu denli katran kara, bu denli zift yapışık olamazdı insanın içinde. Bir soğuk yel alıyor yüreği insanın nankörlügünden.
Göz kırpma sürenizi merak ettiniz mi hiç? 100 milisaniye… Ve bir insanın ne kadar kısa sürede ölebileceğini düşündünüz mü ? Bir sonun ne denli hızlı gerçekleşebileceğini? 100 milisaniye…
Hayat ne kısa değil mi? ‘Koskoca’ ömrünüz aslında iki kirpik mesafesinden öte değil.
Bebekliğinizi hatırlıyor musunuz?Annenizin kokusunu ilk aldığınız anı, rüzgarın saçlarınızı yaladığı, yağmur damlalarının suratınıza ilk düştüğü anı, ilk kelimenizi söylediğiniz anı? Hayatınızdaki bir çok ilkin yaşandığı bu büyük evreyi; dünyaya, gezegeninize adapte olmaya çalıştığınız, sizi hazırlayan, dirayetinizi oturtan bu döneme dair pek az şey anımsarken siz, aslında ne çok şey çalınmış hayatınızdan. Hatırladığınız en eski ilkiniz nedir peki? Düşünün, çocukluğunuzdan daha geriye gidemeyecek bir çoğunuz. Hayat dediğiniz böyledir, onun için yıllarını kurban eden insanların ilklerini hatırlamalarına izin vermeyecek kadar nankör. Ve nankörlük bir ince hastalıktır, eline doğdunuz hayattan size bulaşmış, tedavisi güç…
Zaman ne hızlı akıp gitmiş değil mi, hayatın işbirlikçisi midir yoksa? Ya da zamanın kölesi midir hayat aslında?
Bebeklik ve çocukluk insan ömrünün rakamsal olarak en kısa ama aslen en uzun dönemidir. Zaman sever deneyimlerden beslenmeyi. Ve ekürisi hayat ona bu imkanı sunar bolca, beslenebilmesi için. Zaman besi aldıkça hayattan, genişler. Zaman genişledikçe hayat uzayıverir. Bu kısır döngü siz büyüyüp monotonlaşana kadar devam eder. Ve çağın vebasına yakalandığınız an açlık başlar. Zaman için, hayat için…
Bir çift göz olarak geldiniz aslında bu dünyaya. Çünkü doğduğunuz an, dış dünyayla iletişime ilk olarak gözlerinizle ‘Merhaba’ diyerek geçtiniz. İşte o zaman ne bir bedene ne de bir ruha sahip olduğunuzu biliyordunuz. Tek bildiğiniz aslında hiç bilmediğiniz bir dünyaya adım atarken, yapım aşaması bitmiş bir makinenin start düğmesine basarcasına, tüm statülerden bir haber, niçin geldiğinin henüz farkında değil, deneyerek, denetilerek daha doğrusu, ait olduğunuz, uğruna var olduğunuz amacınızın sizi buraya hasbelkader göndermediğidir.
Tertemizdiniz; doğduğunuzda elinize bulaşmış kan sonraki yaşamınızda elinize bulaşacak kanlara nazaran en masumuydu.
Bu kompleks yapbozun minik parçası kendi yerini ararken koca bir boşlukta, öncesinde başka parçaların yerini bulmasına yardımcı oldu. Bu ‘yardım’ sanılanın aksine iyilikle bezenmiş bir fiil değildi. Amaca giden yolda yapılmış temel hamlelerden ibaretti yalnızca. Dolu dolu çıkar kokan, kendi yerini bulana değin… Bencillik ise nankörlüğün eksik parçasıydı.
Onu dünyaya getirene tattırdı önce nankörlüğü. Peşi sıra ayak bastığı yerlere taşıdı bu acı lezzeti. Onu sarıp sarmalayan, nimetlerini sunana; erdemini, bilgisini , gülüşlerini, umudunu, hayatını onunla paylaşanlara…
İnsan yalnızca toprağa tattıramadı nankörlüğü. Ondan geldi ve en sonunda yine ona döndü. Artık yapboz tamamlanmış, görev sona ermiş, bir çok şey feda edilmiş, kayıplar verilmiş, yakılmış, yıkılmış, zevk ve sefayla gözü dönmüş, tüketmişti her şeyi. Şimdi çürüyordu sadık kaldığı tek şey olan toprağında. Sonsuzluğa, yeniden doğuşa doğru…