“Benim anlattığım kadarıyla birine ait olamazsın”
“Bu böyle bir şey değil”
Konuşmasına devam etmek istedi. Ama söylediği kelimelerin bir anlamı olduğuna inanmıyordu. Bu yüzden konuşmaya devam etti. Nefret bir çözüm değildi. Birkaç kelimeyi art arda dizebilecek bir durumda bulunabilmek onun için çok önemliydi. Ne için yaşıyordu? Gittiği yerin neresi olduğunu bilmiyordu. “Ben bir yokluğun içindeyim. Belki bu bir hiçliktir. Belki bu bir hiçbir şeydir. Ben neredeyim? Biliyorum ki hiçbir şeyin içindeyim. Hiçbir yere ulaşamayacağım. Hiçbir yerde olamayacağım.”
Çözümlenemez karamsarlığı yüzünden gecelerinin tümünü yitirmiş olan bir adam olduğu için, hiçlikten başka tutunabileceği bir şeyinin olmadığının hepimiz farkındaydık. Ben onun en yakın arkadaşıydım. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre görüşmedik. İkimiz de gazetecilik okumuştuk. İkimiz de gazeteci değildik. O kendisine küçük bir kitap dükkânı açtı. Bense babamın paraları bitene kadar ondan geçindikten sonra Necdet’in kitapçısında işe başladım. Asla toz almadan akşama kadar kahve içerken, okumamış olduğumuz kitapların kapaklarına bakarak felsefi sohbetlere dalardık. Benden daha üstün olduğunu düşünürdü. Belki de üstündü ama hiçlikteydi.
O zamanlar benim çok güzel bir hayatım vardı. Pek param olmadığı halde hayattan zevk alabiliyordum. Bir kız arkadaşım vardı, Perihan. Öyle güzel gözleri vardı ki anlatamam. Necdet’in ise hiçbir zaman bir sevgilisi olmadı. Kadınlara inanmıyordu. Herkese karşı çok saygılıydı fakat bunu sadece tepki toplamamak için yapıyordu. Tıpkı mecburi olarak para kazanmaya çalışması gibi. İçine girdiği düzenden kurtulmayı her şeyden çok isterdi. Oraya ayak uydurmak zorunda olmaktan nefret ettiği halde bir şekilde ayak uydururdu. Bütün bayramlar ve özel günlerde ailesini ziyarete giderdi. Zonguldak’a gittiği zamanlar babasıyla Cuma namazına gittiğini görenler bile olmuş.
Bir keresinde Necdet’le Everest Dağı’na tırmanmak istedik. Ulaşamayacağı yerleri hep çok severdi. Ben de ona benzemiştim zamanla. Everest’e tırmanmaya gücümüz yetmedi. Gücümüz yetmedi derken; paramız yetmedi. Biz de Ağrı’ya gitmeye karar verdik. Karanfil Sokak sessizliğe büründüğü anda yola çıktık. Tren garından Kars trenine bindik. Ben yolculuğun çoğunda uyukladım. Necdet ise yol boyunca kitap okudu. Erzurum’da verdiğimiz moladan sonra bize bir enerji geldi. Bir an önce yüksek yerlere çıkma keyfine erişmek istiyorduk. Oradan nasıl ineceğimizi asla düşünmediğimi zannediyordum. Necdet’te sadece kendisinin nasıl ineceğini düşünmüş. Bunu çok sonradan anladım. Kars’a ayak bastığımız anda bütün hücrelerimin hızla donduğunu hissettim. Necdet hiç üşüyor gibi değildi ama ellerinin üzerindeki tüylerin hepsi bir komutanı selamlar gibi dimdik olmuştu. Askeriyenin önünden geçerken askerleri selamladık. Daha sonra bir dükkâna girdik ve bize koskoca bir varilin içinden bal ikram ettiler. Ardından, kaşar yedik ve otogara gittik. Ağrı Dağı’na otobüsle gidemeyeceğimizi söylediler. Yürüyerek gitsek dedik, ölürdük. Belki bu Necdet’in işine gelirdi.
Otogarın dışında ağzımızdan çıkan buharla ellerimizi ısıtmaya çalışırken bir yandan da sigara içiyorduk. Necdet’e baktığımda gözleri çok uzaktaydı. Yuvasından fırlayıp da en yükseklere çoktan gitmiş gibiydi. Necdet hiçbir yerdeydi. Onu memnun edecek herhangi bir şey yoktu. Bana doğru döndü, kaşlarını kaldırabildiği kadar kaldırdı. Buna rağmen alnında hiç kırışıklık yoktu. Sigarasından bir nefes çekti ve “Taksiyle gidelim” dedi. “Saçmalama Necdet. Cebimizdeki üç kuruş parayı taksiye mi vereceğiz? Ankara’ya geri dönemeyiz ki o zaman”, “Benim param var, ben öderim” dedi. Onun sözünün üzerine söz söyleyemezdim. Tamam dedim. Taksiye bindik ve Kars’tan Ağrı’ya kadar gittik. Asla ısınmayan arabanın içinde soğuktan ölecek gibiydim. Necdet ise yine hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Taksiden iner inmez sigaralarımızı yaktık. Karşımızdaki görkemli dağın çok uzak bir noktasındaydık. Bu kadar karın içinde nasıl yürüyeceğimizi düşündük. Bu mümkün değildi. Daha önce hiçbir yere tırmanmamıştık. O an kafama dank etti. Necdet beni kandırmıştı. Necdet’in beni öldüreceğini düşündüm. Birini öldürmenin nasıl bir şey olduğunu hep merak ederdi. Sigarasını yere attı. Yolun kenarından bir dal parçası buldu ve bana: “Sen burada bekle, ben karın ne kadar derin olduğuna bakacağım. Daha sonra yola devam ederiz” dedi. Hiçbir şey söylemedim. Karşımdaki düzlükte yavaşça yürümeye başladı. Dizlerine kadar gelen karın bir dalga gibi sürekli artıp azaldığını görebiliyordum. Dağın eteğine yaklaştığında kafasını zirveye doğru kaldırdı. Daha sonra elini kemerine doğru götürdü ve bir bıçak çıkardı. Bana doğru döndüğünde bıçağı boynuna dayamıştı. Hiç tepki vermedim. Onu yolundan caydıramazdım. Belki de bunu bildiği için beni de buraya kadar getirmişti. Belki de ölümüne bir insanın şahit olmasını istediği için bunu yapmıştı. İfadesiz yüzü yine ifadesizdi. Gözlerinde bir gram bile korku yoktu. Benim de hiçbir şekilde şaşkınlığım yoktu. Bir insan yaşamak istemiyorsa, yaşamamalıydı.
Karın üzerine akan ilk kan damlasının orayı eritişini biraz seyretti. Bense yoldan ayrılmadan saygıyla onu seyrediyordum. Hiçbir şey demeyi beklemiyordum, hiçbir şey dememi beklemiyordu. Bıçağı boynuna iyice bastırdı, bastırdı, bastırdı. Bunun acısını bildiğine emindim. Ömrü boyunca boynuna dayanmış bir bıçağın olduğuna emindim. Boynunu kesmeye başladı. Bulunduğu yer bir çember halinde kırmızılaşıyordu. Boynunu tamamen kestikten sonra bıçağı bir süre bekletti. Gözleri açıktı. Hiçbir şey olmamış gibi dikiliyordu. Bıçağı boynundan çıkardı ve o an öldü. Buna hiç kimse inanmadı ama bıçağı çıkarır çıkarmaz öldü. Ayakta öldü. Hiç düşünmeden, ifadesizce öldü. Kendisine olan saygısını tamamlamıştı. Dünyayla giriştiği savaşı kazanmıştı. Düşer düşmez karların içine gömüldü. Hava kararmaya başlamıştı. Onu orada bırakıp yoldan geçen bir otobüse bindim. Ankara’ya döndüğümde herkese Necdet’in Ağrı’yı çok sevdiği için oraya yerleştiğini söyledim. Başta bana inanmadılar. Ama tanıdığı hiç kimseye mektup ya da kartpostal gönderemeyecek bir durumda olduğu için herkes inanmaya başladı. “Necdet bu. Ne yapacağı hiç belli olmaz”, “Bir şekilde yaşıyordur o”, “Onun için yaşadığı yer önemli değil, yaşamıyor ki o” falan dediler. Ben de durumu hiç kimseye açıklamadım. Şimdi ilk kez sana anlatıyorum. Lütfen beni yargılama. Sen benim en iyi arkadaşımdın. Keşke birkaç gün daha yaşasaydın.