Herkese merhabalar… Umarım hepiniz sağlıkta sıhhattesinizdir… Bugünkü yazımda insanlığın son bir asırlık durumunun toplumsal, sanatsal ve felsefi retrospektiflerle analiz ettikten sonra gerçeklik algımızın içinde bulunduğu kırılgan durumu ve kendimizi bu kırılgan gerçeklik ortamında nasıl konumlandırmamız gerektiğine dair çeşitli gözlem ve fikirlerimi sizlerle paylaşacağım.
Son bir yüzyılda insanlık olarak nereden nereye geldik? Neler kazanıp neleri kaybettik? Bugün geldiğimiz noktada felaket tellallarının attığı “karamsar çığlıklar” ile umarsız Polyannaların “Herşey güzel olacak” masalları arasında taraf tutmaya mecbur muyuz? Teknikteki ilerlemeler hümanizmdeki gerilemeleri telafi edebiliyor mu? Herşeyin para ve materyalle ölçüldüğü metafetişist bir tüketim gezegeni mi kurduk? Dün kitleleri ideolojilerin peşinde koşturup sokaklarda çatışırken şimdi bireyleri kendi haline bırakıp katı dogmaların aşırılığından düşüncesizlik batağının dipsizliğine mi savrulduk? Tasın içindeki bilye miyiz?
Bilindiği üzere bundan yaklaşık bir asır önce 1929’da insanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük küresel ekonomik krizlerinden birisi olan “1929 Ekonomik Krizi” yaşanmış tüm dünya ekonomileri büyük bir ekonomik durgunluk içerisine girmiştir. Bu krizle biten süreç bize günümüzde de benzerleri savunulmakta olan tek boyutlu iletişimsiz ve maddiyatçı yaklaşımların ne kadar büyük riskler taşıdığını göstermektedir. İnsanlık o dönemde tekelleşen büyük şirketlerin medya spekülasyonları ve açgözlü yaklaşımları yüzünden büyük bir felakete sürüklenmişken bugün de kripto para, tüketim çılgınlığı ve iletişimsizlik üçgeninde…
1920’lerde de dünya savaşlardan bıkkın ve yorgun şekildeyken sermayenin, zenginliğin, şirketlerin gücünü ve baskısını arttırdığı bir atmosferi yaşamaktaydı. Devletler birinci dünya savaşı sonrası yıkımı onarmanın, toplumlar yaşadıkları travmayı atlatmanın derdindeyken sermaye her zamanki gibi devletlerden ve toplumlardan daha hızlı organize olup tekeller kurup borsa ve medya üzerinden çeşitli spekülasyon mekanizmalarını başatılı şekilde kurmuşlardı. Son spekülasyonların “Kara Perşembe” yaşandı.
Maalesef 2020’lerinde de “özü” 1920’lerdeki gibi “Zengine saygı, sermayeye güven, şirketlere itaat” konsepti iken, çağın “sözü” “para konuşur” sloganı olsa gerektir. Ama bu “öz” ve “söz” ikilisinin hayatımıza bıraktığı “iz” duman kusan fabrika bacaları, su kaynaklarını kirleten atıklar, kutu gibi üstüste yapılmış kaotik binalar ve bir avuç zengine sunulmuş insanca yaşama hakkının kitlelerden esirgenmesi…
İdeolojilerden, spekülasyonlardan, baskılardan, beyin yıkamalardan, medya kampanyalarından, kara propagandalardan, algı oyunlarından sıyrılıp insanların birbirlerini ötekileştirmeksizin birbirlerine zulmetmeksizin ve birbirlerine karşı aşırılılaşmaksızın birlikte yaşama kültürünü geliştirmesi şarttır. Bu da ancak paradan önce gelen evrensel insani değerlerin tekrar keşfedip yerel ve bölgesel kültürlere uygulanmasıyla mümkündür. Çünkü insanlar birbirlerine yardım edecek kadar yakın olup, birbirlerini incitmeyecek kadar uzak olduğunda yani ideal mesafe dahilinde yaşadıklarında insanlık gelişebilecektir.
Her birimiz her birimizden birşeyler öğrenmeye başlayıp, dünyanın medyanın, şirketlerin, güçlülerin, baronların, tekellerin gösterdiği kadar olmadığını anladığımızda, özenmelerin, kibirlenmelerin, aşırılıkların, şımarıkların kimseye birşey kazandırmadığını kabul edip, empati ile, diyalogla, uzlaşıyla insanca yaşama mutabakatımızı sağladığımızda önce kendimizi sonra çevremizi sonra tüm insanlığı yine yeni ve yeniden terbiye ettiğimizde, linçsiz ve hakkaniyetli eleştiri kültürünü geliştirdiğimizde özümüzle, sözümüzle ve izimizle yeniden yüzleştiğimizde bir sloganın ötesindeki gerçeği göreceğiz: “Biz insanız”