Alcatraz’a doğru hareket edecek feribota doğru ilerledim. Elimde bulunan San Francisco haritası 1 haftalık sürekli kullanılma sonucunda buruşmuş, elimde bir nevi paçavra halini almıştı. Güverteye atladım, Ocak’ın ilk haftası olmasına rağmen hava ılıman ve temiz.
Dışarıya oturdum, sağ tarafımda yaşlı bir çift oturuyor. Ayaklarında bulunan ayakkabılar, kareli kadife pantolon, üzerlerindeki kazak ve giyim tarzları Avrupalı olduklarını düşündürüyor. Yan yana sarmaş dolaş Pasifik’e doğru dalmışlar, düşünceler belki Milano’da, belki Cenevre’de, belki de başka bir yerde.
Öbür tarafımda bir amca oturuyor, 70-75 yaşlarında, kalın siyah çerçeveleri olan bir gözlüğü var, elinde Latinceye benzer bir dille yazılmış bir kitap kapağı var.
Kendimi uzun zamandır bu kadar iyi hissetmemiştim, cebimden ufak Alcatraz kitapçığını çıkardım, malum yolumuz sadece bir kaç mil, hemen birşeyler öğrensem iyi olacak. Kitapta ilginç şeyler var, Alcatraz’ın ünlü mahkum listesi, gardiyanlarla yapılan röportajlar, mahkumlara sıcak suyla duş yaptıran tek cezaevi olması gibi.
Bunlarla birlikte aynı anda not alıyorum, birşeyler karalamaya çalışıyorum, çok başarılı olduğum söylenemez.
“Bunu hak ediyorlar mı?”
Bir anda irkildim. Bu soru sol tarafta oturan amcamdan gelmişti. Bana doğru eğilmiş, bana bakmadan bu soruyu fısıldamıştı. Önce anlamadığım için sağ tarafıma baktım, bana sorduğundan emin olduğum anda:
“Özür dilerim, tam anlayamadım. Neyi hak ediyorlar? Onlar kim?” gibilerinden birşey söyledim. Bana doğru tekrar eğildi ve
“Hak ettiklerinden emin ol” dedi. Daha sonra yerine doğruldu tekrar, biraz önce elinde tuttuğu kitabı açmış, gözlüklerinin üstünden karınca duası gibi gözüken birşeyleri okuyordu şimdi. Ne söylemek istediğini tekrar sormaya cesaret edemedim, gayet büyülü bir şekilde orada oturuyor, ağırlıgından benim ona o soruyu sormama engel oluyordu.
Bir anda aklıma Spielberg’in muhteşem yapıtı “Er Ryan’I Kurtarmak” geldi. Orada da son sahnede komutan Miller ölürken uğruna bir manga harcadığı asker Ryan’ı yanına çekiyor ve son nefesini verirken “Bunu Hak Et!” diyordu. Aklıma bu geldiği anda irkildim, dönüp tekrar amcaya baktım. Oturduğu yerden gayet huzur verici bir hava veriyordu. Bir anda anlaşılmaz bir nedenle rahatladım, dik oturduğum yere hafifçe yayıldım, kitaplarımı ve defterimi çantama koyarak uzaklara daldım.
Bu olayı ara ara çok düşündüm. Çok eskiden rahmetli babaannem “Kıymet, değer bilen insanlarla karşılaşın” derdi ve bilmiyorum acaba hakkikaten anlarmıydık ne demek istediğini. Elimde birşeyler yazmaya çalıştığımı gören amcam acaba bunu sonunda birileriyle paylaşacağımı düşündüğü için mi böyle söyledi? Peki nereden biliyor kime yazdığımı? Belki kendi köşeme yazıyorum? Belki eşime, çocuklarıma, sevdiğim bir dosta? Peki aslında kime yazdığım da fark eder mi? Ne olursa olsun, duygu yüklü, kendinden birşeyler verdiğin bir noktada önemli olan sonuçta paylaşım değil mi? Gerçekten birşeyler paylaştığımız, hesapsız ve gönülden paylaştığımız insanlar bunun değerini ne kadar biliyor, takdir ediyor, daha da önemlisi biz bize değer veren insanların bu hareketlerini bu yoğun ve maddiyat ağırlıklı Dünyada yakalayabiliyor, o kaotik ortam içinden çıkartıp yakamıza takabiliyor muyuz?
Verilen değeri anlamamak ayrı bir şey, yapılacak da birşey yok bu konuda. Ama verdiğimiz değeri alacak ve bunu geriye yansıtacak insanlar artık az, bunları yakalamak, bırakmamak, “cepte” görmeden, lafla değil hareketlerle bu insanlara hak ettikleri değeri vermek gerekiyor. Çünkü bazen oktan çıkan yayın geri dönüşü, kırılan kalbin tekrar yapışması, 90. dakikada yenilen golün çıkartılması mümkün olmuyor…
Uzun bir süre sonra Seattle’da balık pazarı çıkışında, hafta sonu kalabalığı içinde bir anda sanki aynı amcayı uzaktan gördüm gibi geldi. Gördüğüm noktaya yaklaştığım zaman sağıma soluma tekrar dikkatle baktım ama ortada yoktu.
“Göz yanılgısı herhalde” dedim.
Murat Tanyeri