Düşünüyorum, öyleyse bundan kurtulamayacağım. Beynimizin, dolayısıyla da zihnimizin uzuvlarımızı kontrol etmesindeki başarıyı kendisine uygularken bu kadar yardıma muhtaç hale gelmesini başka ne ile açıklaya bilirim? Eyleme geçmek o eylemi başlatmak, sürdürmek ve aynı zamanda bitirmeyi de içeriyorsa eğer, zihinsel eylemlerimizin üzerindeki bu engelliliğimizi sadece tabiatımızın bir niteliği olarak görmek pek açıklayıcı gelmiyor. Yapılaşmış fikir setleri, örüntüler ritimsiz müziği takip edercesine hareket halindeyken insan pek de kendisinin sorumlusu gibi hissedemiyor. Belli bir ritme ayak uydurabildiğimiz zamanlarda biz mi ritme uyuyoruz yoksa bu örüntülerden sorumlu olabilmek için tekrarladığımız davranışlardan mı ibaret? Hatta bu düşünce örüntülerinin uyduğu şey ritim değil de tamamı bir rastgelelik üzerine inşa edilmişse?
Olgulara karşı tutumumuz olaylara indirgendiği zaman, yani daha da kişiselleştiği zaman geçirdiği dönüşümde hangisine sadık kalmayı seçeceğimizden emin değilim. Zamansal önceliği var diye olgulara mı bağlı kalacağım, yoksa biolojik varlığımı da unutmayıp pragmatistik ilkelerimi doyuracak olanı mı seçeceğim? Deneyimleyebileceğimiz şeylerin olguları yaratacağı bir varsayımda düşünecek olursak, deneyimden bağımsız bir boş kümeye anlamlar yüklemek zaman ve yaşam kaybı olurdu. Lakin aksinin oluğu varsayımda, olayların ve olaylar arasındaki bağlantıların genelleştirilip olgulara, yapılaşmış bütünlere dönüştüğü bir evrende bu ikisinin dengede durabilmesi için başta sözünü ettiğim kontrol eksikliğini gidermek gerekmez mi? Bu kontrol mekanizmasının gerekliliğini savunacak değilim. Küçük bir parça kontrollü olanımızın ilahlaştırıldığı bir dünyada buna gerek kalmaz sanırım. Sorunum ilahlaşmak üzerine bir kıskançlık olsaydı, bunu saklamak da pek zor olmazdı.
Sorun da tam olarak burada, kazancın veya kaybedişin ötesinde saf merakın öldürücülüğünde saklı. Zihnimizin salonunda, baş köşeye koyduğumuz fikirler(yapıtlar diye bahsedeceğim) üzerine onların gerçekliğe uygunluğunu sınarken değil de o salonun neresine koyacağımıza ilişkin düşünceler daha çok zamanımızı almıştır. Uyumsuz gördüğümüz yapıtları başka odalara taşımakla, onları orada yalnız bırakmakla doğru bir ev döşediğimiz konusunda şüpheliyim. Eve girenin ve çıkanın belli olmaması sadece güvenlik sorunu değildir. Hatta güvenlik, bence en az sorun teşkil eden konudur. Esas konu birbirilerini çürütmeğe başlayan yapıtların evi yok etmeye doğru zamanla ilerlemeleridir. Başta her biri özenle oluşturulup yerleştirilmiş, her biri için belli miktar zaman ayrılmış bu yapıtlar müdahele edilemez oldukları zaman kokuşmaya, çürümeğe ve diğerlerini de kendi kaderlerine ortak etmeye başlarlar.
Kendi zihnimin yapıtlarını tanıyamaz halde gördükten sonra başka zihinlerin yapıtlarıyla nasıl ilişkilendire bilirim onları? Acaba sağlıksız iletişim denilen şey buna yakın bir olgu mu? Olgusal, kavramsal bir bağlantı ve alışveriş diye hayal ettiğimiz iletişim eylemi salonuma giren bir çamurlu yapıta ne kadar dayanabilir? Onu kullanılabilir ve temiz hale getirirsem eğer benden misafir giden yapıt geridönüşünde ne kadar yabancılık hisseder? Ve bir çok bunlardan doğabilecek soru cümleleri.