Bu öykü ilk kez Kule Fanzin’in 3. sayısında yayınlanmıştır.
Beyaz duvarlarla çevrili muayenehanede siyah, her kıpırdayışımda gıcırdayan deri bir sandalyede oturuyordum. Huzursuzdum. Hem de çok huzursuzdum. Bu iş bir an önce bitsin, bir çözüme ulaşsın istiyordum. Başımdaki ağrı ve sinirden titreyen dizlerimle mücadele ederken “Hiçbirşey yok.” dedi kıvırcık saçlı, beyaz önlüklü doktorum. Başını deminden beri incelediği beyaz ışıklı levhadan çevirmiş bana bakıyordu. Hemen arkasında beynimin farklı açılardan çekilmiş siyah beyaz “fotoğrafları” görünüyordu. Doktor yerine oturdu. Öne eğildi, ellerini kenetledi. “Zekai bey,” dedi yumuşak bir sesle, “beyninizde ne bir ur, ne bir tümör, ne de başka bir problem gözüküyor.” “Nasıl olur?!” dedim yadırgayan bir sesle. “Sorun beyninizde değil.” dedi işaret parmağını şakağına götürerek, “Sorun ‘kafanızın içinde’, zihninizde.” “Kafayı mı yedim yani? Onu mu demek istiyorsunuz?” diye devam ettim sataşmaya. Derin bir nefes aldı, önündeki kağıda birşeyler karalamaya başladı. “Sizi bir psikiyatr arkadaşıma yönlendireceğim. Faydalı olacağına inanıyorum.”
Uzattığı kağıdı almadan çıktım gittim. Orada kaldığım her bir dakika daha çok boğuluyordum zaten. Bu gittiğim kaçıncı nörologdu? Duyduğum kaçıncı “Psikiyatr” önerisi? Tavsiyeye uyup bir tanesine gitmiştim zaten! Adam beni sahte bir gülümsemeyle karşılamış, bir kanepeye yatırmış, dinliyormuş gibi yaparak gelmişimi geçmişimi anlattırmış, sonra da bir antidepresan yazıp göndermişti. Ödediğim ateş pahası muayene ücreti de cabası! Nasıl aciz hissetmiştim kendimi herifin kliniğinden çıkarken, nasıl savunmasız… Nasıl acınası… Yok, bir daha psikiyatra gitmezdim!
Sahile getirmişti beni yine ayaklarım. Bir bank bulup oturdum. Gökyüzü griydi. Dalgalar kayalıklara çarpıyordu. Martılar ötüyordu. Manzarayı seyrederken -ve dinlerken de aynı zamanda- yine düşüncelere daldım.
Yaklaşık bir yıl önce, bir roman yazabilmek için hayatımın “pause” düğmesine bastım. Bu uğurda para-pul ve dost-ahbap dahil herşeyle ve herkesle ilişkimi kestim. Evlilik teklifi bekleyen nişanlımdan ve beni zerre tatmin etmeyen işimden ayrıldım. Önceleri küçük bir hayal olarak kendini gösteren bu arzu giderek bir takıntıya dönüşmüştü. Bu benim dünyaya bırakacağım iz olacaktı. Bu sayede tarihe kalacak ve ileriki nesiller tarafından hatırlanacaktım.
Ben romanıma konu ararken, soğuk bir kış akşamı göründü bana roman kahramanım. Sanki yıllardır orada, benim tarafımdan keşfedilmeyi bekliyor gibiydi. “Yazıya dökmeseniz bile, kafanızda karakterlerinizin evveliyatını yaratın.” demişti Ercan Kesal bir atölyede. Ben de öyle yaptım. Roman kahramanımın geçmişini, geleceğini, hayatını, kişiliğini kafamda oluşturmaya başladım. Adı Luka’ydı ve tam bir hilkat garibesiydi. İnsanlardan korktuğu için bir kulenin en tepesinde yaşıyordu. Hiç kimsesi yoktu. Onunla ilgili her detayı bilmeme rağmen birşeyler yolunda gitmiyordu. Luka bir türlü üç boyutlu, derinlik sahibi, gerçek bir karakter olamıyordu. Oysa ben okurun, onun gerçekten yaşadığına inanmasını istiyordum. Umutsuzluğa düşmüştüm. İşte tam o sırada musallat oldu bu beynimi kemiren, hayatımı bitiren, lanet baş ağrısı! Gece gündüz demeden sürekli devam ediyor, ben doktorlara ve beyin taramalarına para akıtırken şiddeti artıyordu. Sanki beynimin içinde yüzlerce işçi vardı ve matkaplarla kafatasımı delmeye çalışıyordu. Uyku ise bir hayaldi. Hiçbir doktorun muayenesinden tatmin olmadım. Psikiyatrın verdiği ilacı içtiğim gün akşama kadar uyudum. Uyandığımda, üzerime sinen suçluluk duygusunun da etkisiyle ilacı çöpe attım. Ben bir roman yazıyordum ve zihnim her an berrak olmalıydı.
Bir korna sesiyle düşüncelerimden sıyrıldığımda hava kararmıştı. Kalktım. Ağır adımlarla eve doğru yürüdüm. Vardığımda, rahatlayabilmek için biraz okudum. Yunan mitolojisine ilgi duyuyordum ve bugünkü efsane Athena’nın doğumunu anlatıyordu. Efsaneye göre Tanrılar Tanrısı Zeus, demirci tanrısı Hefaistos’tan kafasını yarmasını istemiş, Hefaistos’un bu isteği yerine getirmesiyle açılan yarıktan ise tanrıça Athena doğmuştu. Metnin yanındaki sarı-siyah resimde ise bu olay canlandırılıyordu. Okurken uyuyakalmışım.
Şafak sökerken başımda korkunç bir sancıyla yerimden sıçradım. Uyanmıştım, ama nedense gözlerimi açamıyordum. Elimi alnıma götürdüğümde ateşler içinde yandığımı farkettim. Ayağa kalkmaya çalışırken sertçe yere kapaklandım. Komodine tutunarak zorla doğruldum ve etrafımda ne var ne yoksa devirerek, duvarlara çarparak banyoya koştum. Evet, başım son iki aydır hep ağrıyordu ama bu dayanılacak gibi değildi! Kafatasımı oyan matkapların sayısı sanki birdenbire çoğalmıştı! Bağırıyordum! Doğum yapan bir kadın gibi bağırıyordum ve yaşadığım acının doğum sancısıyla eşdeğer olduğuna emindim! İçeri girdiğimde düşmemek için lavabonun üzerine abandım. Yüzüme soğuk su çarpıp üstteki ecza dolabına yönelirken aynadaki aksimle karşılaştım. Gördüğüm manzara karşısında çığlık atarak geriye sıçradım.
Çıplak kafamın ön tarafında patates büyüklüğünde bir şişlik yükseliyordu! Titreyen parmaklarımı yer yer morarmış olan bu şişliğe götürdüm. Bir anlık şoktan sonra sancı, kendini olanca gücüyle belli ederek dizlerimin üstüne yığılmama neden oldu. Beynimi koruyan kafatasımın bir yumurta kabuğu gibi çatladığını hissettim. Bir çatlak, sonra bir tane daha! Çığlıklarım evin duvarlarında yankılanıyordu. Bu sırada şişliğin üstünde bir yarık açıldı ve kanayarak genişlemeye başladı. Yüzüm-gözüm kan içinde kaldı. Zayıf, yırtık kıyafetler giymiş, kamburlu ve çarpık bacaklı bir adam kafamdaki yarıktan dışarı çıktı. Bütün gücümü toplayarak dönüp yerde yatan adama şöyle bir baktım. Roman kahramanım Luka’ydı bu. Son gördüğüm onun ince uzun, çirkin yüzü oldu.