Tarihin ilk bilindik düellosu semavi dinlerin kitapları aracılığı ile bizlere kadar gelmiş ve bu karşılaşmanın tarafları olan Habil ile Kabil kardeşlerden başkası değildi. İkisi arasındaki bu düelloyu gerçekleştirebilmek için seçtikleri alet ise tarihe, medeniyetin ilk nesnesi olarak öğrendiğimiz taş olarak geçecekti. Habil ile Kabil’in arasında geçen tartışmalı hikayeyi bir çoğumuz biliriz, lâkin bu hikayedeki ana fikrin ölen mi yoksa öldüren mi haklı? Paradoksuyla günümüze kadar gelmesi hikayeye başka anlamlar katıyor olsa gerek…
Bu çetrefilli durum düelloya davet eden taraf olan Kabil’in davet edilen kardeşi Habil’i öldürmesiyle sona erer. Hikâyede Kabil istediğini elde edemeyen, edemedikçe hırslanan ve bu uğurda cinayet işleyecek kadar gözü dönmüş olarak kötü tasvir edilirken, Habil ise verilenle yetinen ve fazlasını istemeyen iyinin tasviri olarak karşımıza çıkar.
Ancak bize kadar gelen hikâyede tarafımızın Habil’den yana mı yoksa Kabil’den yana mı olması gerektiği yine bize bırakılmıştır. Zaten bir düello her ne kadar karşılıklı iki kişi arasında olsa da bizimde tuttuğumuz kişiye göre ya kazanan ya da kaybeden olacağımız bellidir. Diyelim ki hiçbir taraf tutmuyoruz. İşte o zaman da başka bir düellonun içine çekilme oranımızda artmış olur. Zira tarafları belli bir futbol karşılaşmasında taraftarlar arasında hiç tezahürat yapmadan biraz zaman geçirin ne dediğimi daha iyi anlayacaktır. Ya bizden ya da onlardansın anlayışına sahip ortamlarda bulunuyorsanız ve her iki anlayışa da katılmıyorsanız o zaman bir değil iki karşı kuvvetle mücadele ettiğinizi bilin.
Bu hikayedeki kötünün tanımı Kabil’in suçlu Habil’in masum olduğunu ispat etmeye çalışırken, iyinin tanımı ise Habil’in kurban Kabil’in katil olduğunun bilinmesi için uğraşır. Buradan da anlaşılacağı gibi kötü kendini ispat etmek, iyi ise bilinmek ister anlayışına ulaşabiliriz. Çağlar öncesi bu ilk kavga, ilk kan davası tarafların birinin ölmesi diğerinin yaptığı işten pişmanlık yaşaması ile son bulur.(Kimbilir belki de yaptığının son bulmadığını görecek kadar uzun yaşamıştır)
Düello denildiğinde akla gelen en önemli çağ bizlere daha yakın ve yazılı belgelere sahip olması açısından öğrenmemizin de daha kolay olduğu ortaçağ dönemidir. Anılan çağda adeta ilahi bir emir gibi düşünülen karşılıklı restleşme durumu olan düellolar, genellikle dönemin soyluları arasında görülmüştür. Bunu bir nevi sözde asil kandan olmanın küçük bir diyeti gibi düşünebiliriz.
Yine dönem itibari ile kullandıkları düello silahının kılıca dönüştüğünü, taştan demire geçen insan ırkının bu keskin silahları asalet unvanlarıyla bilediklerine de şahit oluyoruz. Bir onur, gurur meselesi haline gelen bu çekişmeli karşılaşmanın taraftarlarından birinin davet eden diğerinin bu davete icabet eden olması gerekmektedir. Hattızatında düelloya çağrıldığında gitmemekte asalet raconuna ters düşmektedir.
– Seni şafak vakti gün doğarken (sanki ikiside aynı şey değilmiş gibi) kasaba meydanında düelloya davet ediyorum Kont Hedehüde. (bak bak sen sanki akşam kekin yanında içmek için beş çayına davet ediyor) Davet edilen de icabet mantığı ile karşılık verir.
– Meydan okumanı kabul ediyorum Kont Zebezübe. (istersen kabul etme)
Bu tarz buluşmaların zamanının ve nerede olacağının da söylenmesinin bir sebebi vardır. Şafak vakti dönemin yakın zamanı ölçme konusunda fazla ilerleyememiş olmasından dolayı belirlenmiş vakittir.
Zamanı ölçme araçlarının günün sadece belli bölümlerini göstermesi ve bu bölümlerin bile herkes tarafından tam olarak bilinmemesi ölçülen zamanın daha yuvarlak ifadelerle kullanılmasına sebep olmuştur. Örneğin, Güneş tam tepemizdeyken, Ay’ın çıkmasına yakın…vb. gibi… Hatta tarihte vuku bulan eski zaman savaşlarına baktığımızda birçoğunun gün doğarken, şafak vakti gibi zamanlarda gerçekleştiğini görürüz. Zira, bir zamanlar yakın zaman mevhumu şimdiki gibi saatlere, dakikalara ayrılıp sabitlenmiş değildi. Düellonun yapılacağı yer olan kasabanın meydanının da belirtilmesinin bir sebebi vardı. Kamuya açık bir onur savaşına yine herkesin şahit olmasının istenmesi, varsa yapılabilecek herhangi bir hilenin başkaları tarafından da görülmesi ve meydan okumaların ve düellonun sonrasında kulaktan kulağa bu onurlu mücadelenin anlatılarak yayılması…
Günümüze biraz daha yaklaştıkça bu soylu karşılaşmaların taraflarının artık eskisi gibi asaleten yapılmadığını, daha önce seyirci olan halkın bu adeti adeta bir kanun maddesi gibi görerek kendilerine geçirdiğini görürüz. Artık düello o kadar saygın bir karşılaşma değil tam tersi haydutların, hırsızların tekelindeki bir panayır eğlencesine dönüşmüştür. Silahları da parçalayıcı, kesici, delici aletler yerine ateşli hale dönüşmüş ve hepimizin de bildiği gibi mertlik bozulmuştur.
19.yy İrlandalı şair yazar Oscar Wilde “Kılıçla ölen çabuk soğur” derken ateşli silahların pekte asıl işi bir silah olmadığını mı anlatmak istemişti acaba? “Herkes öldürür sevdiğini” dediğinde belkide düelloda kaybedenin gerçekte kazanan kişi olduğunu anlatmak istemiştir.
Elbette bir kaybedeni olmalı her düellonun, velev ki ölmedi kaybeden, o zaman da cezalandırılması gerekir etrafını çeviren halk tarafından. Çünkü en asil hareketin altında kalmış asaleti sorgulanmış ve gururu ayaklar altına alınmıştır. Hiç kimse bir ceza vermese bile kendi elleriyle verir cezasını tıpkı hiper onurlu olduğu söylenilen imparatorluk fedaileri Japon samuraylar gibi.
Tarih boyunca süregelen bu karşılıklı öç alma ve haysiyetini koruma çekişmeleri bizim coğrafyamızda daha acısız ve kayıpsız yaşanmıştır. Yaptığımız, söylediğimiz, icat ettiğimiz bir çok şeyde olduğu gibi düello adabımızla da dünyaya örnek olacak nitelikteyiz.
Bizim karşılaşmalarımızda çekişmelerin adı atışmadır, can almanın adı yaşatmadır. Bizim düellolarımızda meydan okuma yoktur; şiir okuma, türkü okuma, mani okuma vardır. Evet biz de köy meydanında atışırız ve evet bizde de bazı silahlar kullanılır. İki atışmacı çıkar köy meydanına alır ellerine sazları koyar dudaklarının arasına iğneyi ve başlar o iğnenin dudaklarına batmayacağı harflerle türküler, maniler söylemeye, meydan okur bu asil insanlar sazıyla, sözüyle, yüreğiyle…
İşte böyle, umarım binlerce yıl önce taşla başlayan, demirle ve kurşunla devam eden ve adına düello diyerek asaletin tasdik edildiği, ferasetin ekildiği bu didişmeler bizim insanımızın bir zamanlar yaptığı gibi şarkıyla, türküyle, şiirle, maniyle son bulur.
– Seni düelloya değil ama karşılıklı konuşmaya, uzlaşmaya, şarkılar, türküler söylemeye davet ediyorum. Gel sükût gibi söze de altın giydirelim.
Ertan Yavuz