Her yaşam bir öyküdür aslında…
Her yaşamda öyküler saklıdır…
Ve kimilerinin yaşamları
Kendileri bilmeseler de bir gün elbet öykülerde yer alır…
19 yaşındaydı henüz…
Simitçiydi…
Memleketimin unutulmuş bir köşesinde bir işçi ailesinin bilmem kaçıncı çocuğu olarak dünyaya gelmişti.
Ve o dünyaya geldiği ilk anda, birileri onun tüm umutlarını çekip alıvermişti.
Bazı öyküler hep aynı başlar yoksulluk varsa içinde.
Baba yoksul, baba cahil. “Tanrı verir ya rızkını.”, “Erkek ya o, erkek adamın bir sürü çocuğu olmalı.”
Anne yoksulluktan ve kim bilir kaçıncı çocuğa hamile olmaktan perişan. Sırtında hayatın ve karnındaki doğmamış bebeğin ağrısı…
Bilmem kaçıncı çocuktu o. Ağabeyleri vardı. Ablaları da vardı ama onları zaten hiç kimse insandan saymazdı….
Doğar doymaz babasına haber saldı köylüler. ”Gözün aydın oğlun oldu yine.”
Baba kasım kasım kasılmakta. İşsiz güçsüz oturduğu kahveden bir koşu eve.
Anne bitkin, halsiz, yorgun… Kaçıncı işkencedir bu çektiği? Her çocuk ayrı bir can alıyor ondan. Kanaması mı var nedir? Geçer mi acep? Geçer geçer… Daha öncekiler geçmedi mi?
Ne olsundur adı? Ahmet mi, Mehmet mi? Ne fark eder? Ahmet olsun hadi. Değil mi ya mübarek Peygamber ismi?
Yoksul çocukların kaderi aynı, öyküleri de…
Yoksulluğa, açlığa rağmen büyüdü Ahmet…
Baba iş peşinde, baba umut peşinde. ”Hadi gidiyoz” dedi bir gün. ”Kalkın Böyükşehir’e gidiyoz.”
“Böyükşehir de ne ki?”
“Angara’ya gidiyoz.”
“Gidiyoz da ne ederiz orada bey?”
Analar sorar hep, analar düşünür. Sordu Ahmet’in yorgun anası. Baba, zaten bıkmış işsizlikten. Bir umut fabrikada iş bulursa, iyi olmaz mı? Bak bilmem kimlerin oğlu çalışıyor işte koca şehirde.
“Gidiyoruz” dedi baba. Hazırlandılar ve kim bilir hangi yılın, hangi ayının bilmem kaçıncı günü Böyükşehir’e yola çıktılar…
Adı Ahmet’ti…
19 yaşındaydı…
Simitçiydi…
Ne anlatılır ki başka onun çocukluğu hakkında? Yoksuldu ve çalışmak zorundaydı. Okumadı Ahmet ya da okuduysa da ilk okulu bile sonlandıramadı ve ona kimse dönüp de “Okumak ister misin?” diye sormadı…
Simitçiydi…
Kendisinin bile unuttuğu bir zamandır simitçiydi….
Kaç bahardır, kaç yazdır, kaç kıştır aynı yerde, aynı mekanda durdu bekledi, lacivert elbiseli lüks arabalı beyefendilerin kendisinden simit almasını?
Millet Meclisi’nin kapısının tam karşısında , senelerce durdu bekledi….
Aklının ermediği, sırrının ermediği bu koca amcalara baktı durdu hep…
Kimisi aldı simitlerini ve bunların çoğu bir gün bile: ”Bugün nasılsın?”demedi…
Bir tek ceketi vardı yaz kış giydiği. Yazın ağaç altında dururdu ya sıcak pek etkilemezdi. Ama kış geldi miydi Ankara’nın dondurucu soğuğu iliklerine işlerdi. Yakasını kaldırırdı ceketin ama bu hiçççç fayda etmezdi… Kaç kere elleri uyuşmuş halde gitti eve, kaç kere mosmor oldu ayak parmakları, bilmezdi…
Bir sevdiği olmalıydı. Vardı vardı, mahallenin en güzeliydi. Adı Zeynep’ti. Sakın ha Ahmet’in karşılıksız bir aşk acısıyla yanıp tutuştuğunu düşünmeyin. Ahmet mertti, sözünün eriydi ve birine onu sevdiğini söylemekten hiç ama hiç çekinmezdi. Daha ilk görüşünde aşık olmuştu Zeynep’e ve bir gün karşısına çıkıp içindeki her şeyi söyleyiverdi. Zeynep de aşıktı Ahmet’e, ilk görüşünden beri ve Ahmet’in sevgisini itiraf ettiği o günden sonra, onu tarifsiz bir aşkla sevdi. Öyle severlerdi ki birbirlerini, iki sevgili ne zaman baş başa kalsalar birbirlerine dokunan elleri titrerdi. Evlilik vardı Ahmet’in aklında. Askerliğini yapıp gelsindi isteyecekti Zeynep’i… Ama demiştik ya birileri o daha doğar doğmaz onun tüm umutlarını alıvermişti.
Yoksulluk aynen devam düzelen yok, düzeleceği de. Her gün son model arabalar geçiyor Ahmet’in önünden ; bakanlar, başbakanlar, milletvekilleri. Sorsa Ahmet bir gün, yalvarsa onlara bir iş bulmaları için kendisine. Söz, yüzünü kara çıkartmazdı onların. Deli gibi çalışırdı. Yeter ki birileri ona iş bulsundu…
Ama gururluydu Ahmet. Bu istek içini yakıp kavursa da önünden geçen son model arabaların sahiplerinden bir gün olsun bile hiçbir şey dilemedi….
Yine kış geldi Ahmet, üşüyorsun ellerin buz…
Kaç simit kaldı arabanda? Satabilecek misin onları?…
Bu adamların hepsi çıkmazlar ki lokantalardan kebap salonlarından…
Ne yapsınlar senin simitlerini?
Bu günkü hasılat ne Ahmet? Yeter mi bu eve, sana, kardeşlerine, annene, babana, hayallerine?
Ya yaşamayı dilediğin o basit hayata?
Uyuyamıyor Ahmet, kabuslar giriyor uykularına.
Hasta olmuş. Soğuk dışarısı. Kalk sabahın köründe, kahvaltı nedir bilmeden çık yola. Her gün aynı şey Ahmet, her gün aynı şey. Kaç simit satsan da çıkartırsın bugünü? Hesap yap Ahmet. Kaldır ceketinin yakasını, ellerini cebine sok. Bak o arabalardan biri uzattı başını. Simit istiyormuş. “Kaç lira? -Yav amma da pahalıymış, baksana simit fiyatı bir ekmek parası.” Gülsün mü ağlasın mı Ahmet?
Uyku yok gecelerdir. Kimseyle konuşmaz oldu Ahmet. Yemez içmez oldu. Düşünceler içinde evin bir köşesinde. Buz gibi soğuk içerisi. Odun bitmiş, odun almalı ya da bir yerlerden bir kaç çalı çırpı bulmalı.
Kimse sormadı Ahmet’e ne ailesi ne önünden geçen arabaların içindeki kocaman insan kalabalığı . “Ne düşünüyorsun , hayallerin ne ?” diye kimse sormadı ya da sorduysa da Ahmet ağzını açıp bir kez bile olsun onlarla konuşmadı…
Büyüdü Ahmet’in içinde hepsi. Büyüdü, kocaman oldu… Her soruya yenisi eklendi ve Ahmet yorgun bedeniyle, yorgun beyniyle bunların hiç birine çare bulamadı…
Bir çare buldu da bunu bile kimseye söylemedi….
O gece de kabus görmüş olmalı…
Sabah kalktı Ahmet, soğuktu hava, kapkaraydı her yer. Karanlık gözünü korkuttu Ahmet’in. Çünkü Ahmet çocukluğundan beri karanlıktan korkardı…
Yola çıktı, dedik ya her şey aynı. İş aynı, yaşam aynı, yer aynı, soğuk aynı…
Soğuk iyice yok etti umutlarını Ahmet’in. Ellerini hissetmedi, ceplerine soksa da. Ceketinin yakalarını kaldırdı. Kar başladı belki o sırada. Ankara’nın karı içine işledi Ahmet’in ve soğukla, karla umutları iyice yok olmaya başladı.
Kimse yoktu sokakta. ”İn cin top oynuyor” derler ya. İn cin kar topu oynuyordu. Kar bembeyaz yapmaya başlamışken her yeri, Ahmet ağaçların altına sığındı….
Bembeyaz oldu saçları Ahmet’in, ıslandı. Kendini bir ağaca yasladı, büzüştü. Bir şarkı mırıldandı içini ısıtmak için, belki korkularını bastırmak için…
Kafasını kaldırdı, ağacın dallarında bir şey aradı. Eli cebine gitti ve dün akşam aldığı bir miktar ipi cebinden çıkardı. Taburesine çıktı, ağaca elini uzattı. Sağlam bir dal aradı donmuş elleriyle. Dalı buldu. İpi geçirip daldan sımsıkı düğüm yapıp bağladı. İpin bir ucunu da boynuna geçirebileceği bir biçimde düğüm yaptı.
Boyu uzundu Ahmet’in, ama taburesi alçaktı. Ama yapmalıydı Ahmet, yapacaktı. Son bir kez kontrol etti her şeyi. İpi, tabureyi…
Arkasını dönüp simitlerine baktı mı, korktu mu, dua etti mi ? Kimbilir…
Ahmet kendini sonsuzluğa bıraktı…
19 yaşındaydı….
Simitçiydi…
Onu ağaçta sallanır bulduklarında üzerinde ceketi vardı, ayak ucunda ekmek teknesi…
Hava aydınlandı, Ankara uyandı….
Son model arabalarıyla , lacivert elbiseli ve kalın mantolu amcalar geçmeye başladı Ahmet’in önünden…
Ve sonra birileri Ahmet’in farkına vardı…
Ertesi gün gazetelerin ikinci sayfalarında Ahmet’in fotoğrafı vardı…
“19 yaşındaki simitçi kendini astı.”
Her yaşam bir öyküdür aslında…
Her yaşamda öyküler saklıdır…
Ve kimilerinin yaşamları
Kendileri bilmeseler de bir gün elbet öykülerde yer alır…
Ahmet bilmeden bir kahraman oluverdi öykümüzde…
Kahramanlar ölmezler…
Ahmet de kahraman olduğuna göre…
Ama bir de bu yazıyı yazanın elinde olsaydı bu acı öykünün kahramanı Ahmet, bambaşka ve umut dolu bir öykünün kahramanı olarak şu anda Asker Ocağı’nda olur ve sevdiğine, biricik Zeynep’ine mektubunda şunları yazardı: ”Zeynep’im, sensizlik öyle zor ki…”
Öyküyle ilgili kısa bir açıklama:
Bu öyküyü gazetede okuduğum bir haberden etkilenerek, bu olayın üstünden aylar geçtikten sonra yazdım. Bir şeyler beni yazmam için dürttü aylarca. İçimde hep bir şeyler acıdı bu haberi okuduğum ilk andan beri ve 19 yaşında ölümü seçen bu genç kardeşimin bir öyküde yer almasını çok istedim çünkü. Haberin ayrıntısını ve intihar eden simitçinin adını hatırlamadığımdan ona kendim isim vermeyi uygun gördüm ve her öykü yazarının yapacağı gibi bu olayı başka şekilde kurguladım kafamda. Sonradan gazete arşivlerinden intihar eden 19 yaşındaki simitçinin adının Tuncay olduğunu öğrendim. Bundan sonra gerek hikayenin kurgusunu bozmamak gerek onun adını dile getirerek anısına saygısızlık etmemek için hikayede bir değişiklik yapmadım.
Tuncay ölümü değil, güzel bir yaşamı hak etmişti… Umarım öyküsünü yazmakla sevdiklerine ve Tuncay’ın anılarına saygısızlık etmemişimdir.