SİMLİ MÜREKKEP
Mevsim her şeyi kendine benzetiyordu. Cadde kenarlarını boyuyor, pek çok şeyi sarıya doğru yöneltiyordu. Çınar yaprakları parklarda çimenlerin üzerinde açmış kocaman birer çiçek gibiydiler. Bu büyük, damarlı, solgun yaprak kendi benliğini taşıyarak toğrağa karışıcaktı. Orhan, büyük bir abidenin içine girmiş gibi hissetti kendini. Pek çok yerden gelen, bir çok tonda farklı müzik ve o müziğe ritim tutan envai çeşit insan sesi duydu. Camiiler, kiliseler, köprüler, viyadükler, sahiller ve en çokta hayranlıkla izlenen boğazı sevdi. Orhan bu büyük abidenin içinde kaybolmak istedi. Arkadaşı ona İstanbul’u gezdirirken “Bir İstanbul var İstanbul’dan öte.” Demişti. “El üstünde tutulan, müzedeki bir tarihi eser gibi bakma İstanbul’a, önce arka sokaklarından başla gezmeye. Öğrenciye ekmek arasının fiyatı, Nişantaşı’ndan Kağıthane’ye yatay bir doğrultuda düşer, insanın fiyatı da. Lakin bunu İstanbul’da bir süre yaşayınca anlayabilirsin, dışarıdan gelip süslü sokaklarını gezince İstanbul’u tanıyamazsın.”
Orhan ona kısmen rehberlik eden arkadaşının bu sözlerini düşünerek İstanbul’u geziyor, elindeki deftere gezip gördükleriyle ilgili notlar düşüyordu. Pek çok yeri görüp hayranlıkla harıl harıl yazmaya başladı bir müddet sonra. Defterinin ve kaleminin gücü kalmamıştı artık. Çağlayan’da büyük bir cadde de ilerlerken kısıtlı bütçesiyle kalem defter alabileceği bir dükkan buldu. Girişinden ince uzun yapıdaki bu dükkanın giriş kapısından kasaya kadar sadece bir yürümelik boşluğu vardı. Geri kalan her yer rengarenk defter, kalem, boya, cetvel ve okul için gereken malzemelerle doluydu. Orhan karmakarışık kalemlere baktı. Onlarca farklı renkte ve çeşitte kalemlerdi bunlar. Arasından bir tanesini seçti. Kendine uygun bir defter alıp aldıklarının ucuzluğundan memnun kırtasiyeden ayrıldı. Artık parası bitiyor, İstanbul’u gezme süresi doluyordu. Çağlayan da bir kahveye oturup, orayla ilgili izlenimlerini yazmaya başladı.
“Her semtin başka başka hikayeleri var. Her semt bol çeşnili bir sofra. Her semt rengarenk karmakarışık. Her semt, kendini sevdirecek bana. Pek çoğu kızdıracak kendine. Her semt yorgun bekleyişli İETT duraklarıyla dolu. Her semtin ayrı güzel genç kızları. Her semtin yokuşu başka zor tırmandıkça. Ne Çağlayan derim ne Gültepe. ne Beşiktaş derim ne Mecidiye köy ne Kadıköy hatta ne Moda. Ne Şirinevler ne Beylikdüzü ne Bayrampaşa. Burada yaşasam burası bir ana vatan farklı bir coğrafya. Çağlayan onun sadece bir parçası. Şimdilerde mülteciler için biçilmiş kaftan. Yere battıkça köhne tekstil atölyeleriyle dolu. İsanı bin bir çeşit. Hikayeleri milyon.
Çağlayan’da oturduğu kahvede içtiği bu üçüncü çaydı. Yazdığı yazıya kendini kaptırmış ikinci sayfayı çevirmişti. Kahveciye baktı. Kahveci masasına gelip çay boşunu aldı. Adam çay boşunu alırken bardağa ve Orhan’ın ellerine bakıyordu. Orhan garipliği hissedip eline dikkatle bakınca mürekkebin eline aktığını gördü ve içindeki parlak izleri fark etti. Kahveci gidecekken Orhan adama bakıp… “Şey.” Dedi. “Simli mürekkep.” Ucuz kalem boyasını dışarıya akıtmış, Orhan’ın elini ve arada bir tutup içtiği çay bardağını boyamıştı. Çaycı başını sağa sola çevirerek masadan uzaklaştı. Orhan mahcup olmuştu. Çay bardağı ve sigarasının izmariti mavi ve simli bir görünüm almıştı. Cebinden peçete çıkarıp elini temizledi. Televizyonda at yarışı izleniyordu. Seyrek masalarda okey oynayanların Orhan’dan haberleri bile yoktu.
Bu şehirde yaşanan yaşamlarda süslü fakat kalitesiz mi? Karışık yüzlerce kalem içinden seçtiğim ve bir lira ödediğim bu kalem yazımı tamamlamadan bütün mürekkebi ve süsüyle ellerimde kaldı. Şimdi hem çayın hem de boyaya batmış bardağın parasını ödeyeceğim. Bu sim bulaşmış anıya ise daha sonra devam edeceğim diye düşündü.
Son vapur yolculuğundan sonra gezisi, simite biriken martı telaşıyla doluşulan otogarda bitti. Oraya veda ederken ellerinde hala biraz insan, biraz sim kalmıştı. Vardığı yerde ne köprülerini ne otobanları hatırlayıp yazacaktı. Yanlızca insanını anlatacaktı İstanbul’un.