Buralar, bu kirli sokaklar da beni unutur mu dersiniz? Yüzüne bakan, iğrenmeden geçen tek insanı… Buraya son gelişimi hatırlıyorum. Bana huzuru tattırmak istercesine üzerime boşanan yağmur, sokağı kirinden arındırıyordu. Kaldırım taşlarının arasına pusmuş sinsi kirleri avlasa da, sokağın üzerindeki zavallı ve bir o kadar da acımasız atmosfere yapabilecek hiçbir şeyi yoktu. Ben doğduğumda da kirliydi buralar, üzerinde misketlerimi yuvarlarken de benden daha pasaklıydılar. Masumane gülümsemem beş yaşındayken buraların güneşi olsa da, büyüdükçe ben de karardım sokaklar da. Bu şehrin beni yuttuğunu hissetmişimdir hep, tıpkı yağmurun o an beni eritmeye çalıştığı gibi. Oysa ne ben mineralli karstik bir topraktım ne de yağmur benim karanlığımdan içeri sızabilirdi. Ziyaretçiler için fazla fakir ruhum, verecek bir kuru gülümsemem bile yok. Yağmur da bana en çok yakışan mevsimi seçmişti ziyaret için: Sonbahar. Yapraklar usulca ve bana kalırsa asilce düşerken toprağa, kendime bir yatak seçiyorum onların arasında. Beni oraya gömün, yalnız ölmek istemiyorum. Yalnız ölmek istemiyorum. Kendime kendime alaycı bir gülüş koptu ruhumdan. Heba edilmiş bir yaşamın cesedini, kuru yapraklardan başka kim ne yapsın ki?
Yağmurun inci tanelerini narinleştirdiği bir vakit ilerlemeye devam ederken kafamda dolanan tilkilerin hepsi farklı bir şey söylüyordu ama sonra, birden sustular. Beynimin içinde at koşturan o yorucu düşünceler tökezledi bir an. Yağmur da durdu, zihnim de. Ben orada değildim sanki. Orada olmamayı da tercih ederdim sanırım. Koskoca iki yıl geçmişti, anılarını toz haline getirip zihnime yem etmeme zar zor yeten iki yıl. Ama sonra, sarışının teki yeniden çıktı ortaya, biri de demedi ki kızım burada senin ne işin var? Biri de sormadı kı bir kalpten daha büyük kırılacak ne var? Sormadı, soramadı dilim. O yaprakların sarılığına teslim olup oracıkta, yanıbaşlarına kıvrılıverdi. Eğer ruhum için ağlayacak kimsem yoksa, yağmurun şu an yağması benim için en büyük lütuftu. Tabi O’ndan sonra. “Yarın yarışın varmış diye duydum.” Bedenim hala buharlaşıp göğe karışmadı mı? Çünkü… Hayır, şu an bana seslenmemeli. Hasta falan mı acaba, çünkü sesi hatırladığımdan daha boğuk. Yüzüne bakmaya cesaretim olmadığını anlamasın diye ayağımın altındaki bir taşla oynuyor, bakışlarımı dünyanın en mühim nesnesiymiş gibi ona dikiyorum. Rüzgar yağmura karışırken tilkiler dolanmaya başlıyor yine. Taşın ayağımın altından kaçırıp bir birikintiye doğru dalışını seyretmek zorunda kalıyorum. Sakar seni. “Evet. ” Sesi çıkaran başkasıymış gibi kalıyorum bir an. Soğukluk kemiklerime işliyor, kırgınlık ise bedenden daha ötede ve o ses tonuna fark ettirmeden gömülmüş. Su birikintisindeki yansımama bakıyorum, belki de hala hayatta olduğumdan emin olmak için. Sakallarım birkaç günlük ve kavruk tenimle pek de uyumlu duruyorlar. Gözlerimde ise deli saçması bir ışıltı var, o yosun yeşili yumuşak tonlu iristen nasıl bu kadar delici bakışlar fırlar, bilmiyorum. İçimdekilerin aynasıdır belki de dedikleri gibi, o da baksa, anlar mı? “Her zamanki şeyler işte.” Daha az kaba olmaya çalışırken son bir güçle gözlerimi gözlerine dikiyorum. Ve sanki o an ölüyor ve kendi kefenimi dikiyorum. Eskisinden daha az kahverengi değiller ama şişmişler, ağlamış sanki, onu bu kadar kim ağlatmış? Üzerindeki eski püskü mantoya ve yüzündeki mahcubiyete bakıyorum. Sarı saçları yağmuru bir yaz yağmuruna çeviriyor ve kaçırmadığı o gözleri geceme doğuyor. Yutkunuyorum. Nefes almak bile güç, ben neredeyim, inanın bilmiyorum. O an ne orada olmak istiyorum ne de oradan gitmek. O benim arafım, bense kıyıya vurmuş bir insan tanesi. Yağmur hızlanıyor, kalp atışlarıma özenmiş olsa gerek. “Soğuk,” diyor. Onsuz buralar ruha işleyecek kadar buz tutmuştu, bilmiyor. “Sonbahar buraya yakışmamış.” Gülümsüyorum ister istemez. Yağmur çöpleri temizledi, kirleri süpürdü ama o tozların altından ne çıkacağını kestirememiştim ben. Hala da bilmiyorum aslında. Ama o bana bakarken yağmuru unutuyorum ve onu bana getirene tutunuyorum. Sonbaharı sevmeye başlıyorum.