Her günümün ölümcül ve her günümün kalbimdeki sancıyla devleştiği nice yirmi dört saatler geçti sevgilim. “Yirmi dört saat dolmadan…” demiştin hani; bak, o kadar çok zamanda o kadar çok yirmi dört saat doldu ki sensizlik mi bana âşık oldu, ben mi ona senden çok tutuldum, bilemedim…
Seni bekliyorum. Köşeyi dönen sen olmalısın. Elime aldığım ekmeklerin düşen kırıntılarının zerrece umurumda olmayacağı ve ahlanıp vahlanmayacağım mutluluklar paketlemelisin bana. 25 kuruşa bir poşet almam gerekse bile doldururum içine, sığmazsa bir tane daha alırım.
Gözlerime baktım bugün. Çukurlaşmalar, küçük ince çizgiler volta atıyordu gözlerimin altında. Yaşım, ufaktan koşuyordu ilerilere ve sensizlik çoğaldıkça her bir gözüme bir çizgi çiziyordu hayat. Zülfü Livaneli “Bu benimki sevda değil” diyor ya hani; kalbindeki o çatlaklık, o kırıklık, kalbindeki o yama “Bu seninki adeta sevdanın başkentinde susuz kalmış bir toprağın can çekişerek sende ölmesidir…” diyor… Doğru, bu bendeki sevda değil…
Susuz topraklarımda yeşeren umudum ve o da bende ölüyor… Seni bekliyorum.
Kaç hayat çarpıyor bana sensiz, bir bilsen. Bir yanımda çocukluğum, bir yanımda karanlığım ve bir yanımda sevda yosmaları… Kaba etimden ruhumun dikizlenen yaralarına kadar kaç darbe yiyorum aşktan, 12 Eylül darbesi yanında çerez kalıyor.
Her günümün diyet yapma sözüyle acıları sensiz yiyip yuttuğu ve mutluluğa obez kaldığı vahim saatlerim geçiyor, yirmi dört saatleri doldurarak. Yirmi dört saatler çoktan doluyor, baksana! Adını söyledim, kalbim “gık” demedi. Adını seslendirilmiş acılı dublajımda kendi sesimle kullandım. Televizyonun uydusundan “sinyal yok” uyarısı aldım sanki. Telefonların şebekesi çekmedi de kendime bir on saniye kadar ulaşamadım. Adını söyledim ama sesli, söyleyebildim. Otobüs çarptı, trafik lambasının kırmızısı bir türlü yanmadı, yağmur yağacak gibi oldu kara döndü, kar bir anda durdu yağmadı. Felaket doğal afetler geçirdi aşk, ama adını söyledim, söyleyebildim.
Bu bendeki sevda değil tabii Zülfü Livaneli… Bu bendeki susuz kalmış bir toprağın can çekişerek bende ölmesidir… Kalbimdeki çatlaklık, kalbimdeki hasret, kalbimdeki ölüm ve kalbimdeki bekleyiş bunu söylüyor. Trenleri durduruyor bekleyişim, “Tanju Okan’ın Hasret şarkısının yabancı versiyonuyla gelsin bari Türkçe bilmiyorsa eğer” diyorum, kedinin miyav sesinde söylenen “acıktım” umarsızlığı oluyor birdenbire gece… Gecem de beni anlamıyor.
Ben de ona acıktım. Ben de onun sesinin, onun sözünün, onun kalbinin ve ondaki âşık kıskandıran sevilesi gecemin bitmez mutluluklarına acıktım. Sen sus kedi!
Her günümün yalnızlığında ve yirmi dört saatler hızlılığında yıllar kovalanıyor. Tavşan zıplıyor sanki, yürümeyi beceremeyen ben; tavşanın zıplayışına nasıl olur da iştirak ederim? Kovalarken kocalıyorum. Bir kocam yok, ‘koca’ bir ruh perdesi aralanıyor, aldığım yaşların hesabını ödüyorum.
Seni bekliyorum. Bu bendeki sen, Zülfü Livaneli’nin şarkısını değiştirdi, tükenenler ayıp olmasın diye yeni bir nakarat yazdırdı şarkıya. Bu bendeki sevda değil, bu bendeki sen ölümün ayıp olmasın diye bana, beni yavaşça ve nazikçe öldürüşü; susuz topraklarıma yazılan adının güzel imzasında nikâh defterine atılamayan imzalarımın fragman hırsızlığı ve bu bendeki sen var ya ah bu bendeki sen… Gideceksen hep kal, kalacaksan hiç gitme yalvarışlarımda aşkı utandırdığım bu sen, bu bendeki sen inan ki artık sadece sevda değil…
Karaya bürünmüş, perdeyi yırtmış, bir daha seyri görülmemiş ve kapkara olan bu sevda yemin ederim sevdadan öte başka bir yol değil… Söz, öze aşk üflerse namustur.
Özüme seni üfledim, namusumsun. Senden başka helalimin değmediği susuz topraklara ektim gelmeyişini, çoktan büyüdü ve ben de çoktan yücelttim aşkı kalın harflerle. Öyle güzel bekledim ki büyük ve italik harflerimin toprağından sen doğurdu her gün aşk; ebe ben…
Dilara AKSOY