Boş bir bankın boşluğuna bir yerine kıvrılıyorum, tamamen bırakmıyorum kendimi; sanki yanımdaki kediyle, ona sevgiyle bakan ve arkadaş isteyen yavru kedi bankta bize yer aç diyeceklermiş gibi yer bırakıyorum onlara, yer açıyorum. Bir başka insanın kolu bile değmezmiş gibi geliyor bu bankta. Gökyüzü alabildiğine mavi, kalbimin mavisi inciniyor sanıyorum ama en son bende gördüğüm mavi göz farımın mavisiydi, hatırlarken bunu ve o zaman başımı önüme eğiyorum.
Denizin martısına küs ve bana ezbere söylediği kırık şarkıların notasında bir yerlerde yutkunuyorum. Acısı avucumdaki bilinmez izim oluyor birdenbire. Avucumuzdaki izlerin anlamlarını hiçbir zaman keşfedemedim, bunu da düşünüyorum. Kader çizgisi mi, yolun herkese farklı güzergâhla ezberlendiğinin mührü mü?
Bende saat hep sabahın altı buçuğu ve bir bakmışım gecenin bilinmez on ikisi. Karıştırdığım için ve bende zaman hep kırmızı ışığı takip edip durduğu için bu yüzden saat de takmıyorum. Birdenbire yanıma o geliyor, kediler değil; bıyığından tanıdığım o! Beyefendi edasıyla gözünden çapak düşürmüş gibi yere bakarak ve bana doğru geliyor. Kırık havamın mavisine sarıldığı güz mevsimindeyim, “dur bana ilişme!” diyemezken birdenbire yanıma oturuyor. Sanki o da beni tanıyor.
“Merhaba”
“Merhaba”
Oturmak için izin istemedi, düşünceli olmalı her zamanki gibi. Ben de çok düşünceliyim şu sıralar.
Kadın kahramanıyım bu özgün hikâyenin. Zaten benden başka özgünlüğü yok hayatımın. Kalbim bile bana has, kalbim bile bana özel ve kalbim bile idealist bir dekstrokardi taşıyor kendinde. Bugüne kadar kimsenin özgünlüğüne erişmeye çalışmadım, ilişmedim, oturdum oturduğum yerde. Eylem hipotezlerinde antitezi oldum kaderin. Neyse, oraları karıştırmayalım şimdi.
Neden durup dururken benim yalnız bankımı seçti ki şimdi bu? Düşünüyorsa da haddince, hududunca düşünsün. Bir süre aramızdaki sessizlik konuşuyor. Zaten dışarıdayken en çok iç sesim konuşur, dışarıya karşı sessizlik galip gelir tabii bu neticede. Dış sesine söylenmem atmosferin. Ben, kendince söylenirken kendince dinlenip kendine sitem dokuduğu için kovalananıyım şimdinin. Saçımdan çeker, acıtır, geleceği düşünmek isterim yaşamadığımız hiçbir şey bize gelecekteki umut olamaz der.
“Bugün Tanrı’yla konuştun mu?”
Sorusu karşısında dönüp ona bakıyorum.
“Hayır. Konuşmam mı gerekiyor?”
“Yoo, konuşamazsın zaten. Tanrı öldü çünkü.”
“Tanrı öldü…”
Tanrı’nın kalben bende tükettiği yaşama arzumun bazen sınıra gelip beni umutsuzluk dergâhında çıkmaza sürüklediği anlarda bile Tanrı’nın öldüğünü düşünmedim.
“Tanrı öldü mü?”
“Evet.”
“Sende yaşayan bir Tanrı var mı ki şimdi öldü diyorsun?”
Nietzsche, kirpiklerini birbirine kavuşturup gözlerini kırpıştırdığında gökyüzüne baktı.
“Bugün uçan kuşlar, şu masmavi gökyüzü ve sahil boyunca yürüyen her insan aslında ölü.”
Filozofa destur demeliydim.
“Ta…” dedim diyecekken sustum.
Tanrı’nın ölmediğini ona ölmüş olan umutlarımla birlikte nasıl kanıtlayabilirdim?
Tanrı umuttaydı, Tanrı duadaydı, Tanrı bir nebze klişe de olsa ve herkesin dilinde pelesenk de olsa şah damarımız kadar yakındı. Tanrı öldüyse ben ve herkes de ölmüş demekti.
Sağda yarattığı kalbime dokundum. Atıyordu, yavaş, narin, ürkek. Yaşamıyor gibi.
24 Şubat’ın esmer günü dokunmuştu sanki tenime ve o siyahlıkla beyazlığım bir nebze bronza dönüşmüştü.
Yıllarca kutlamıştım ben bugünü, 24 Şubat’ta hayata dönüşümü ikinci bir doğum günü gibi kutsallaştırmıştım.
O ameliyat masasından kalktığım için kendimi ödüllendirmiştim her sene.
Ama bugün kalbim yavaş atıyordu. Ürküyor ve utanıyordu atarken. En kötüsü utanmasıydı.
Kalp, atmaktan utanıyordu.
Ben de Nietzsche gibi gökyüzüne kaldırdım başımı.
“Tanrı’m öldün mü?”
Nietzsche, sesli sorumdan sonra kahkaha attı.
“Sen de mi şüpheye düştün yoksa? Bu dünyadaki her zulmün sessiz kalışında Tanrı biraz ölür.”
Başımı gökyüzünden kaldırıp yine onun gözlerine baktım.
“Hayır! Hayır! Tanrı ölmedi Nietzsche. Tanrı ölmedi…”
Banktan kalkıp yavru kedinin yanına oturarak kediyi de kucağına alıyor. Okşuyor kediyi nazikçe.
“Şefkati nerede, mucizesi nerede, kendi nerede? Göremediğin hiçbir şey gerçek değildir.”
“Dur orada! Tanrı ölmedi Nietzsche. Neden biliyor musun? Ölen ben, sen, diğer herkes… Ölen biziz.
Gerçekten yaşamadığımız için sesimizi duyuramıyoruz ve bu yüzden de Tanrı’nın öldüğünü zannediyoruz. Gökyüzündeki kuşları sen mi yarattın, umudu sen mi aşıladın, yaşamdaki mucizeleri sen mi verdin de seni beni yaratanı öldürüyorsun?”
Nietzsche kediyi kucağından salarak bana yaklaştı.
Boyum kısa olduğu için oturduğum yerde bile başımı yukarı kaldırdım ki gözlerindeki kini görebilmek için. Çünkü Tanrı’nın öldüğüne inanan biri sevgiyle döşenemezdi.
Gözlerine baktığımda aksine bana ders verir nitelikte baktığını gördüm.
“Tanrı’nın ölmediğine bu kadar emin misin?”
“Evet”
“Tanrı ne zaman ölür peki?”
“Hiçbir zaman.”
“Sen ne zaman öleceksin?”
“Yaşamayı unuttuğum zaman.”
“Peki yaşamayı ne zaman unutacaksın?”
“Öldüğüme inandığım zaman.”
“Öldüğüne ne zaman inanacaksın?”
“Tabutta olduğum zaman.”
“Peki şu an yaşadığına inanabilir misin?”
“Hayır”
“O halde Tanrı öldü…”
“Bunun benimle ne ilgisi var?”
“Sen inanmadın mı buna? Umut biterse ve yaşamayı bilmezsek Tanrı’nın yaşayıp bizi her mutlulukla donatacağına nasıl inanabiliriz ki? Senin umudun bitmiş, sen yaşamıyorsun. O hâlde Tanrı nasıl var, kimin için var? Bir anne şefkatiyle sardığı yarattıklarına merhem olacağına inanmıyorsa yarattıkları Tanrı’yı kendi elleriyle öldürmüş olmuyorlar mı?”
Durup düşündüm.
Tanrı’yı ben mi öldürdüm?
Tanrı’yı bana bağışladığı yaşamın mucizevi yanlarını itip elimde olmayanlar için isyan ederek umudumu denizde boğduğumda mı öldürdüm? Tanrı’yı yaşamadığımda ve gülmediğim her gün ben mi öldürdüm?
Nietzsche, ne zaman yaşayacağımı sordu.
24 Şubat’ta aslında hayata dönmediğimi o da biliyordu. Anlamıştı, kalbimde bir anjiokat takılı gibiydi.
Gözlerimin sönmüş feri ve yalnız bankımın popomu üşütüp kalbimin alev takdimince çöpçüler tarafından süpürülmeyi istediği şahitlikte o biliyordu.
“Kalkmadım mı yoğun bakım ünitesinden Nietzsche? Söyle bana… Gülmedim mi sevmedim mi hissetmedim mi o günden sonra ve mutlu olmadım mı? Çok oldum, sevdim, sevildim. Acı da çektim, şu an kadar gerçekti hepsi.”
“Yaşamak nedir?”
“Ölmeyi istemeyecek kadar hayatı sevmek.”
“Sen hayatı sevdin mi?”
“Ben hayata tutunma umudumun beni ayakta tutuşunu sevdim. Bir yerlerde vardı hep o umut, bugün değilse bile bir gün diyordum. Hak ettiğim mutluluk senin kadar gerçekti.”
“Peki şu an ben gerçek miyim?”
“Değil misin?”
Nietzsche bir Alman edasıyla voltasını attı karşımda. Işık açıldı.
Odamın ışığı gibi aydınlık oldu her taraf. Gökyüzüne baktım.
Maviyi en son neden göz farımda gördüğümü düşündüm. Sevdiklerimin yanımda olmaları değil miydi mavilik?
Bir anne çorbası, bir baba şefkati ve bir babanın “Sen benim prensesimsin” deyişi değil miydi mavilik?
Sorgu ısırıyordu elimden kaçmaya çalışan gençliğim. Dişi olduğunu, gücü olduğunu ispat etmeye çalışıyordu belli ki.
“Nietzsche gider misin?”
“Tanrı öldü mü?”
“Tanrı ölmedi.”
“Sen öldün mü?”
“Ölmedim.”
“Ölecek misin?”
“Bir gün, evet…”
“Peki, o günün hangi gün olduğunu bilmeden şimdi neden yaşamıyorsun?”
“Çıktım mı o yoğun bakım ünitesinden?”
“En az bugünkü acın kadar gerçek bir şekilde çıktın.”
“Tanrı öldü mü Nietzsche?”
Soruma cevap vermedi, arkasını döndü ve gitmeye hazırlandı.
“Tanrı öldü mü Nietzsche?”
“Tanrı ölmedi. Umudunu tabuttan çıkarırsan ve kalbindeki gerçeğin o olduğuna inanırsan Tanrı asla ölmez, ölmedi, ölmeyecek. Tanrı’nın bilmediğin ve görmediğin gerçeğine ne kadar bağlıysan ve ona ne kadar inanıyorsan kendine o kadar sarıl… Güzel günler bugün gibi gerçek olacak.”
Başını öteye çevirirken gözünün yaşını sildi.
“Ağlıyorsun Nietzsche… Ağlıyorsun…”
“Yol, bu tarafta değil. Yol, tek tarafta. Başka yol yok…”
Gitti.
Kışların yapraksız ve kel kalan ağaç yansımalarına göz attım. Hepsi birbirinin aynısı ve hepsi üşüyen, incinmiş yanlarının bir bahar ümidiyle bekleyişiydi yaşamın.
Ayağa kalktım.
Dokundum ağacın gövdesine.
Yeşillenecek, umuda bir kez daha sarılacaktı her defasında. Doğanın düzeniydi, Tanrı’nın gerçeğiydi.
“Umudum ölmedi Nietzsche, umudum ölmedi…”
Dilara AKSOY