Güneş, İon boylarının karşı kıyı Anatolia’da küçük bir yarımada üzerinde kurduğu ilk koloni kentlerinden surları sağlam Lebedos’u aydınlatmaya başlamıştı. Şehir iyi limanları olmamasına rağmen son zamanlarda bereketi kaçan ovanın, şimdi kurumuş çok gözlü bereketli suların, düşünce ehli, naif insanların yurduydu. Uzun süren kuraklığın sınadığı, yıprattığı halk sınırlarında beliren savaş tehdidi yüzünden sur içine sığınmaya başlamıştı. Duydukları havadisler korkutucuydu. Dağlık Kolophon‘u ele geçirip yakan, saldırgan, gerekçeleri anlaşılamayan işgalci kral Lysimakhos son derece zalim, güç gösterilerini seven biriydi. Surların üzerinde koşuşturan, parlak zırhları, keskinleştirilmiş kılıç ve mızraklarıyla şangırdayan asker bedenleri Lebedos’u savunmaya hazırlanıyordu. Tahkimatları güçlendirmeye çalışan askerler bunu izleyen halk kadar tedirgindi.
Şehrin ortasında, iç surun bedeninden yükselen kulenin burçlarında kralın eski baş danışmanı yaşlı Kodo genç Psari ile bu manzarayı izliyordu. Uzun tören kıyafetleri içindeki Kodo, soyluların deri zırhı ile yanında duran, anne ve babasını tanıyamadan yetim kalmış, adı balık anlamına gelen delikanlıya dönerek umutsuzca başını salladı. Psari kaynayan kanı ve şehrine olan sevgisiyle bu gün ilk defa kral Andropompos’un önüne çıkarak kendini sunacak, yaklaşan tehlikeye karşı bir asker olarak görev almak isteyecekti. Dedesi Kodo ‘nun tüm itirazlarına rağmen delikanlı kararlıydı. Kodo delikanlının gözlerinde bu kararının tekrar düşündürmeyi sağlayacak bir tereddüt aradı. Bunlar yerine gençlik, atılganlık, hızlı alınmış kararlar gördü. “Maden kendi savaşını vermek istiyorsun, törenden sonra konuşmalıyız. Bilmen gereken şeyler var.” dedi.
Burçlardan aşağıya, kentin ana bedeniyle yıllanmış büyük taşların geniş gövdelerine dokunarak yüksek tavanlı ana salona indiler. Soyluların renkli, işlemeli güzel kıyafetleri dışardaki umutsuz manzara ile çelişiyordu. İnsanlar birbirlerine sokuluyor, endişeli fısıltılar salonda ağır bir hava oluşturuyordu. Delikanlı yüksek tavana, duvarlar boyunca sıralanmış, kahramanların Tanrılarla giriştiği büyük maceraları anlatan metoplara, duvarlara çizilmiş fresklere baktı. Yankılanan belirsiz gürültü tüm imkânsızlıklarda başarılan bu işleri gölgeliyordu.
Salonun diğer ucunda, Psari’ye tüm sesleri ve korku dolu soruları unutturan biri vardı. Gözleri ışıltıyla parlarken aklına takılan tüm soruları unuttu. Beyaz, dökümlü kıyafetinin içinde bir kuğu kadar zarif, zeytin gibi siyah saçları beli ile kucaklaşan, adı köpük anlamına gelen güzeller güzeli Aphros’tu bu. Birkaç saniye sonra bir köpük gibi kaybolabileceği, tekrar görememe, savaşta ölüm ihtimali göğsünü ezen ağır kayalar gibi bedenini ağırlaştırdı. O’na bakmaktan duyduğu haz, amcasının kızı olduğu için duyduğu derin acı ile sarmalandı. Açılma isteği ve utancı koşum takılmamış, dağlarda oynaşan, birbirine doğru şaha kalkan iki yabani at gibi ruhunun üstünde tepiniyordu. Aşkın sınırsızlığı, suçluluk hissinin yarattığı imkânsızlıkla cenk ediyordu.
Kral Andropompos alımlı savaş zırhıyla tüm asilzadelerin O’na çevrilen bakışları altında salona girdi. Fısıltılar dinmişti. Kodo kralın bir işareti ile Psari’yi öne çıkardı. Aphros üzüntüyle olanları izliyordu. Yaklaşan savaş ve kardeşi bildiği, beraber büyüdüğü Psari’nin böyle bir zamanda asker olma isteğini anlayamıyordu. Çok gergindi. Gözleri Kodo ile buluştu. Dedesine yakalanmadığını umarak kendini gülümsemeye zorladı.
Psari öne çıkarak diz çöktü. Kral kabul konuşmasına başladıktan birkaç saniye sonra şiddetlenen rüzgar ve ışıldayan güneşin yerini ansızın karanlığa bırakması dikkatleri dağıttı, fısıltılar bağrışmalara dönüştü. Salon gittikçe artan uğultular, kirişlerden yükselen çatırtılar, temellerinden sallanan taşlar, uçuşmaya başlayan mobilyalarla birbirine girdi. Kodo yalpalayarak düştüğünde delikanlı ve genç kız dedelerinin kollarına girmiş yaşlı adamı bu kargaşadan, insan karmaşasından uzağa götürmeye çalışıyorlardı. Gözleri pencerenin dışına kaydığında surlarda duran birkaç askerin rüzgâr tarafından havaya kaldırılıp fırlatıldığını gördüler. Bir yıldırım salonun tavanına isabet etti. İnsanlar yaralanmış, oluşan paniğe feryatlar eklenmişti. Yaşlı adam “Oğul! Aphros benimle ilgilenir, ama sen kaçmalısın. Vaktimiz yok, açıklama yapamam. Lütfen oğul; kaç!” dedi. Delikanlı tam itiraz etmek üzereyken daha da sert çıkıştı “Gitmelisin! Üzerinde bir yetkim yok. Deden değilim. Kaç buradan.” Psari şaşkınlığı gizleyemedi, Kodo’yu sarstığının farkında bile değildi. “Nasıl olabilir? Sen benim dedemsin!” diye bağırdı. Aphros ile birbirlerine bakıyor, bu felaketin ortasında aynı şeyi, garip bir anda en son akla gelebilecek bir umudu paylaşıyorlardı. Kodo zorlukla konuşmaya çalıştı “Törenden sonra anlatacaktım… Kumsalda buldum seni oğul. Adın bu yüzden balık. Böyle bir lanetin sana ulaşabileceğini biliyordum. Ama o kadar gençsin ki… Ne yazık ki sorumluluklarını tek başına taşımalısın. Git artık!” Psari buna inanmıyor, kalmak için ısrar ediyordu. Zihni, yüreği karmakarışıktı. Dışardaki fırtınanın bir benzeri içinde kopuyordu. Yıllardır biriktirdiği şeyleri Aphros ‘a söyleyebileceğini düşünürken dedesi kolunu sıkıp “Bunun için zaman yok!” diye bağırdı. “Artık hiç zaman yok oğul. Cevaplarını ve kim olduğunu kendi başına bulman gerekiyor.” Delikanlıyı zorlukla kendine çekti ve kulağına “Aphros’u merak etme…” dedi.
Kontrolden çıkmış kalabalıklar onları sürüklemeye başlamıştı. Delikanlı insanları durdurmaya, sakin olmalarını söylemeye çalışıyordu. Ancak birkaç saniyelik dalgınlığı Kodo ve Aphros’u kaybetmesine sebep olmuştu. Kabaran insan seli salonun etrafında yoğunlaşan fırtına, rüzgar ve şimşeklerin uzağına kaçmak için çarşı alanından limana doğru akıyordu. İlerde dedesinin saray muhafızlarına bir şeyler söylediğini, kendisini işaret ettiğini gördü. Aphros ağlıyordu. Beş muhafız kalabalıkları yararak yanına vardığında şaşırdı. Delikanlıyı zorla uzaklaştırmaya, iskeleye doğru götürmeye çalışıyorlardı. “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz? Kodo’nun yanına gitmeliyim!” dediği halde “Emir sizin şehirden ayrılmanız yönünde!” cevabını aldı. Pazar alanında ne yapacağını bilmez halde koşturan, sığınacak bir yer arayan insanlar ayakta zor duruyor, kayıplarını arıyor, ölümün soğuk bakışlarıyla yüzleşiyorlardı.
Limana varmak üzereydiler. Fırtınanın yoğunluğunu arttırdığı bir anda güçlü bir şimşek muhafızların yakınına düştü. Beş muhafızın ikisi metal gövdelerinin içinde kömüre dönmüştü bile. Yıldırımlar gökyüzünden fırlatılan birer mızrak gibi hedefe gönderilmişti. Dikkatleri dağılan muhafızlardan kurtulabileceğini düşünen Psari surların üzerinde onu bulmaya çalışan genç kızı gördü. Gözleri bir an birbirlerine değdi. İkisinin de elleri adeta bir şeyleri itiraf edercesine birbirine uzanıyordu. Bu özel an çok kısa sürdü. Pazar alanına giren kalabalık bir grup dar sokaklarda Psari’yi de önlerine katarak sürükledi. Aphros‘un çığlıkları faydasızdı. Genç kızın kulaklarındaki borazan sesi gözlerini şehrin dışına çevirmesine sebep oldu. Yakın araziler günlük güneşlikti. Fırtınanın sadece şehri hedef aldığını hayretle fark ediyor, yıldırımların salondan limana kadar birilerini, hayır birini hedef aldığını şimdi anlıyordu. Uzakta yaklaşan bir ordunun siyah gövdesi ve kaldırdığı toz gittikçe belirginleşiyordu. Arkalarındaki dağdan yükselen korkunç dumanlar Kolophon’un yok edilmiş, dağdan sökülüp yerin altına atılmış hayatlarıydı. Bakışlarını geri çevirdiğinde Psari artık orada değildi.
Omuzlar, bağıran ağızlar, korkuyla adım atan ayaklar, kaçmaya çalışan ellerin arasında sevdiği kızdan gittikçe uzaklaştığını hissetti. Ona dair son hatırası surların üzerinde kendine doğru bakarak bağırmasıydı. Ya o uzattığı el? Sevdasına dair bir umut mu vardı? Geri dönmeye çalıştıkça arasında kaldığı insanlar O’nu diğer tarafa gitmek için daha da güçlü itiyordu. Panik halindeki kalabalıkla limana doğru sürüklendi. Gücünün tükendiğini düşündüğü bir an kendini deniz kenarında, balıkçı iskelesinin üstünde buldu. Nefes nefese kalmış, bedeni yorgun düşmüştü. Yoğun yağmur şehri boğmak istercesine yağıyordu. Arkasını döndüğünde tüm bu kâbusun ortasında, yaşlılığının getirdiği yavaşlıktan mıdır bilinmez ıslık çalarak ağını tamir etmeyi yeni bitiren, iskele almak, limandan ayrılmak üzere olan yaşlı bir adam gördü. Yaşlı adam da delikanlıyı. “Hey sen?” dedi adam. “Sana diyorum, buradan uzaklaşmak istersen…” Yaşlı adam sol kolunun altına dayadığı değneği ile zor durumdaki genci tekrar teknesine davet etti. Delikanlı “Buradan ayrılamam, geri dönmeliyim.” dediği, şehre doğru adım attığı anda güçlü bir şimşek tahta iskeleye isabet etti. Çarpışmanın şiddeti ile bayılan Psari denize doğru savruldu. Uzaktan bu olayı izleyen Aphros dehşete kapılmıştı. İskele alevler ve kesif bir duman içinde kalmıştı. Öldüğünü düşünerek limana ulaşmak için çılgınca koşmaya başladı. İskelenin yakınına geldiğinde üzüntüden ne yapacağını şaşıran genç kız yaklaşan dedesi Kodo’ya yöneldi, ellerini uzattı ama ulaşmayı başaramadan bayıldı.
Topal adam şaşırma belirtisi olmayan yüzünü gökyüzüne çevirdi. Gözlerinde şimşeklerin pürüzsüz aydınlığı parlarken yeniden ıslık çalmaya başladı. Yanan iskelenin dumanları arasında suda batıp çıkan delikanlıyı zorlukla tekneye çekti. Küçük teknesinin eski görünümlü yelkenine doğru üfledi. Küçük tekne bu fırtınada, kendinden beklenmeyecek bir hızla uzaklaşmaya, kenti geride bırakmaya başladı. Aralarından geçtikleri büyük gemiler rüzgârın oyuncağı, şimşeklerin hedefi olmuş çatırdayarak yanıyorlar, birbirlerine çarpıp sığ limanın dibine çöküyorlardı. İhtiyar balıkçı geriye baktığında uzakta, dumanların arasındaki yaşlı Kodo ve kollarında baygın yatan Aphros’u, eski günlerin huzurlu Lebedos’unun çığlıklara, korkuya, umutsuzluğa teslim oluşunu gördü.
Psari gözlerini sol yanağını yakan tuzun acısı ve surların üzerinden O’na elini uzatan Aphros’un birden kaybolan hayali ile açtı. Sıcak rüzgârın ters esintisine rağmen yol alan teknenin burnunu aşan dalgalar bedenine serpiliyordu. Yaşlı adam teknenin dümenini tutmuş rüzgârı ve yelkeni gözlemlemekteydi. Delikanlı hızla kalkıp geride kaldığını düşündüğü yöne baktığında çok uzakta korkunç bir karanlık gördü. “Geri dönmeliyim! Lütfen, geri dönmem lazım! Tekneye nasıl bindim?” dedi. “Bir yıldırım düştü, iskele parçalandı. Zor aldım seni tekneye” diye mırıldandı yaşlı adam. Psari yaşlı adamın rahatlığını garipsiyordu. “Ailem orada!” dediğinde dedesinin yani dedesi olmadığını söyleyen adamın son sözlerini hatırladı. Yaşlı adam çocuğun gözlerine baktı. Şüphelerini görür gibi bir hali vardı. “Geriye dönemem, en azından şimdilik evlat. Dinlen biraz.” Psari hızlı bir hareketler yaşlı adamın tuttuğu dümeni tutmaya, ele geçirmeye çalıştı. Fakat dümen garip bir hareketle bileğinin bükülmesine sebep oldu. Dengesi bozulan delikanlı denize düştü. Yaşlı adamın kayıtsız bakışları altında ağrıyan bileği ile zorlukla tekneye çıktı, pruvaya oturdu. Uyanmak üzereyken fark ettiği şey yeniden aklına geldi; rüzgâra karşı gidiyorlardı ama yelken ters yöne doğru doluydu. Dümen ve yelken bu yolculuğa ve yolcuya dair şüphelerini oluşturan ilk belirtilerdi.
Birkaç gündür yol alıyorlardı. Şüpheler yaşanan iki olayla daha da ayyuka çıkmıştı. Küçük testideki su tükenmek bilmiyordu. Bir gece testinin içine su seviyesini belirten bir çentik attı, iki gün geçmesine, bol bol tüketmelerine rağmen su azalmamıştı. Bu arada çentik yok olmuştu. Teknede başka testi yoktu. Peki, yaşlı adamın atmadan önce tutmak istediği balığın ismini söylediği iğnesiz ağa ne demeliydi? Yakalanacak ava göre büyüyüp küçüldüğüne yemin edebilirdi. Mevsimi olmayan, bu mevsimde dipte yaşayan yakalanması olanaksız balıkları bile avlayabiliyorlardı. Kötücül bir varlığın elinde tutsak mıydı? Psari birkaç kez kaçmayı düşündü ama nereye kaçabilirdi ki? Artık emindi, yelken kendi rüzgârı ile doluyor, dümen bir kişiye itaat ediyor, ağ tek atışta her şeyi yakalayabiliyor, testideki su hiç bitmiyordu. Sonunda bu yaşlı adamla yüzleşmeye karar verdi. Sınamak istedi. Önce eline aldığı bir bıçakla ansızın yelkeni kesti, yaşlı adam oralı bile olmadı. Yelkeni kesememişti, hayır kesmişti ama artık kesik orada değildi. Ters yönde esen rüzgâra rağmen yelkenin tekneyi sürüklediği yeri düşündü. Bu tekne efsunluydu. Testiyi eline aldı ve hızla yere bıraktı, testi kırıldı, içindeki su boşaldı ama boşalması ile beraber balıkların kendini tekneye atmaya başlaması bir oldu. Tekne bu ağırlığa dayanamayabilirdi, ama dayanıyordu işte. Kırılmış testiye tekrar baktığında bir araya toplandığını gördü. Testi yeniden oradaydı. Eline ağı aldı ve yaşlı adamın üstüne attı. Ağ adamın üzerinden ipek bir çarşaf gibi tutunamadan yere düştü. Yaşlı adam artık kendini tutamıyordu, kahkahalarla gülmeye başladı. Psari neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu. Sonra birden tüm bu belirtilerin çok dengeli olduğunu, atılan ağın asla yiyeceklerinden fazlasını yakalamadığını, testide asla daha fazla su olmadığını ve içinden dökülenenin bereketli olduğunu, yelkenin asla aceleci rüzgârlarla dolmadığını anladı. Yaşlı adama daha dikkatli baktı. Bir Tanrı ile karşı karşıya olabilir miydi? Demirci / icatçı Tanrı’dan, Hepahistos’tan şüpheleniyordu. O da baston kullanıyordu, ihtiyar adamın parmakları bir demircininki gibi yassılaşmıştı. Tüm garip harikalar bir Tanrı’nın işaretleri olmalıydı. “Tanrılar aşkına, sen emeği yüce Hephaistos’sun!” diye bağırdı. Yaşlı adam sadece “Ben sadece evinden uzak, topal yaşlı bir adamım evlat.” dedi ve kahkahalarla gülmeye başladı. “Hem çirkin ve topal bir Tanrı’ya kim hürmet göstermek ister ki?” Saygı göstermek isteyerek diz çöktü, şehre geri dönmek için bildiği tüm Tanrılar adına O’na yalvardı. Adam çocuğun eğilmiş başına elini uzatıyordu ki dikkatini başka bir şey çekti. Çatılmış kaşlarıyla ilerdeki bulutlara bakıyordu. “Hazırlan oğul…” dedi. Psari “Oğul” kelimesini duyunca aklına Kodo düştü. O’nu çok özlüyordu.
Yaşlı adam tekneye doğru hızla ilerleyen fırtınayı gösterdi. “Yelkeni topluyoruz, kendine gel, hemen şimdi dümene geç!” dedi. Delikanlı birkaç dakika önceki ruh halinden sıyrılmıştı. Kentini avuçları arasında sallayan fırtınanın bir benzerine bakıyordu. Bir önceki buluşmalarında O’nu denize atan dümene dokunmakta tereddüt etti. Çekinerek dokunduğu ahşap kol bu sefer direnmedi. Altlarında hırçınlaşan denize rağmen yumuşaktı, kolay kontrol ediliyor, adeta belli bir yönde ilerlemeye çalışıyordu.
Delikanlı içinde büyüyen öfkeyi ve ayrılık acısını hissetti. Yaşlı adam elini Psari’nin omzuna koydu “Hadi evlat, her şeyin sırası var.” Fırtına çok uzaklardan gelen bir el gibi etraflarındaki dalgaları kışkırtıyor, karanlık teknelerini çevreleyen kalın bir örtü gibi bedenlerine, gözlerine iniyordu. Bir ara teknenin tüm parçalarının inlediğini, yelkenin, dümenin tekneyi oluşturan her parçaya seslendiğini, dayanmaları gerektiğini duyar gibi oldu. Sonra birden, o karanlık, sel gibi yağmurun döküldüğü can pazarının ortasında, teknenin önünde bastonuna dayanan, dimdik duran adamı gördü. Büyük bir meydan okuyuşla bağırdığını duydu; “…. Alamayacaksın! Zulmünün büyüklüğü cehaletine bedel. Kaybedeceksin!” Psari’nin hatırladığı son şey gökyüzünde şekillenen, gözlerinin içinde bulutları birbirleri ile birleştiren yıldırım ağı ve o ağdan çıkan bir yıldırımın aşağıya düşüşüydü. Bulutlar güç toplarcasına şimşeklerini birleştirip tüm ağırlıklarıyla teknenin üzerindeki yaşlı adama doğru indi. İhtiyara isabet eden korkunç yıldırım önce teknenin sarsılmasına sonra büyük bir çatırtıyla tersyüz olmasına sebep olmuştu. Normalde teknenin her parçasının un ufak kendilerinin paramparça olmaları gerekirdi. Suyun yüzeyine çıktığında gözleri yaşlı adamı aradı, bir ara bastonunu görür gibi oldu. Düşünceleri Tanrı olduğunu zannettiği yaşlı adam ile yaşlı adam olduğunu zannettiği Tanrı arasında gidip geldi. Hangisi doğruydu? Yanılmış olmalıydı. Yıllardır yanılıyor, bir yalanı yaşıyor olmalıydı. Bilinci kapanmadan önce bunları düşünüyordu.
Delikanlı uyandığında sessiz bir kumsaldaydı. Ağrıyan bedenini zorlukla döndürüp denize baktığında bir yunus balığının çok yakınında durduğunu gördü. Yunus O’nun hareketlenmesi ile kendine has çığlıklarını atarak denize geri döndü. Kumsala nasıl geldiğini, nerede olduğunu bilmiyordu. İlk aklına gelen şey kentine dönmek için yardım istemekti. Ama önce sahili taramayı ve ihtiyar adamı bulmayı düşündü. İki gün süren arama başladığı yere geri dönüşüyle bitmiş, kurak, neredeyse bitki örtüsü olmayan bir ada olduğunu anlamıştı. Etrafta rastladığı eşek ölülerinin çokluğu O’nu şaşırtmıştı. Kulaktan dolma duyduğu, Lebedos’un açıklarında, çok uzakta yer alan, eşekler adası denilen Lipsi Adası’nı hatırladı. Orada olmalıydı. Fakat hikâyelerdeki Lipsi zengin bitki örtüsü ve yaşayan eşekleri ile anılıyordu.
İlk defa tek başına kalmıştı. Tekne kalıntılarını gördü. Sahilde uyandığı gün burada değillerdi. Teknede işine yarayabilecek bir şeyler olabileceğini düşünerek kalıntıları incelemeye, işine yarayabilecek eşyaları toplamaya çalıştı. Testi, ağ ve yelkenin haricinde pek bir şey yoktu. Kırık dümeni gördüğünde yaşlı adamı düşündü. Dümen gibi kırılmış, yok olmuş olmalıydı. Adanın içlerine doğru yol almayı, uygun bir yer bulup kamp yapmayı kararlaştırdı. Hayatta kalan birkaç küçük kemirgen ve bir iki eşekle karşılaşmıştı. Sağlıksız görünüyorlardı, kalan son canlılar olarak ölümü bekliyorlardı. Adanın atmosferi ölüm kokuyordu.
Dikenlerle sarmalanmış, kurumaya yüz tutmuş ağaçların ortasında bir açıklık gördü. Yaklaştığında bağrışlar, çığlıklar duydu, hemen saklandı. Açıklığın ortasında devasa bir savaşçı ile adeta oynayan, kahkahalarla birbirlerine doğru itip kakan birkaç adam vardı. Bu korkunç işi yaparken aralarında bağırarak konuşuyorlar, birbirlerinin isimlerini söylüyorlardı. Zengin giyimleri çirkinlikleri ile çelişiyordu. Duyduğu isimler yüzünden irkildi. Bunlar Korkuyu temsil eden Phobos, dehşetin ta kendisi Deimos, çekişmenin Eris’i, Kini temsil eden Enyo, ve çılgınlık saçan Mania’ydı. Saklandığı ağacın arkasında kendi kendine konuşmaya başladı; “Bu isimler? Gerçekten bahsettikleri şeylerse savaşın korkunç hallerinin burada, bir adada ne işi var? Savaşlardan uzakta.” dedi. Savaşçı yalvararak yorgunlukla yere yuvarlandı. Mania böğürerek bağırdı “Ne acayip bir şey şu insanoğlu, ne kadar zavallı, çaresiz?” Demios söze girdi, “Lebedos düşerken, efendinin yanında olmak varken uğraştığımız şeye bak. Bizi neden burada tutuyor? Fırtınamızın üstüne binip esebilirdik. Ölülerin gözlerinden çıkıp yaşayanları kara toprak korkusuyla yere serebilirdik!” Aldığı darbelerle iki büklüm olmuş savaşçının üzerine çullanıp O’nu parçalayacaklardı ki biraz Lebedos birazda fırtına ile ilgili duyduğu şeyler yüzünden olsa gerek Psari kendini de şaşırtan bir atılganlıkla ortaya çıkıp bağırdı. “Düşmek mi?” Phobos Enyo’ya “Benim gördüğümü görüyor musun?” Mania Deimos’a “Bu ne cürret?” Eris Phobos’a “Kim bu zavallı?” dedi. Aralarında fısıldaşıyorlardı. Ansızın, karar vermişçesine O’na doğru ilerlemeye başladıklarında yerde son nefesini vermek üzere olan savaşçı gücünü toplamaya çalışarak “Kaç!” diye bağırdı. Üzerine çullanmak için harekete geçtiklerinde Psari arkasında, titreyen sağ elinde tuttuğu ağı duyduğu isimleri bağırarak fırlattı. Ağ gittikçe büyüyen ağır, demir bir çarşaf gibi adamların üzerine serildi. İlk anda bunu komik bulmuşlardı ama kurtulamıyorlardı. Başta ortalığı inleten kahkahaları yakalanmış, çaresiz oldukları gerçeği ile çıldırtıcı bir şaşkınlığa, mücadeleye, çirkin bir çığlığa dönüştü. Psari gümbürdeyen kalbiyle yere oturdu, karşısında büyülü ağın içinde şekilden şekile giren, savaşın tüm kötücül tablolarını oynayan, ölen kahramanların biçimlerini alıp farklı silahlarla ağı yırtmaya çalışan görüntüleri şaşkınlıkla izledi. Son birkaç gündür bu gözlerin gördüğü şeylere inanamıyordu. Dedesi olmadığını söyleyen yaşlı adamın ne anlatmaya çalıştığını, neden savaştan uzak tutmaya çabaladığını anlamaya başlamıştı. Gözünden akan yaşlar Kodo’nun hayali, Aphros’un surların üzerinden uzanan elleri ile birleşti. Yüreğinin gürültüsü özlemle söylenen bir türküye dönüştü.
Saatler sonra, gün geceye dönerken yakalananlar kurtulma çabasından, dönüşmekten yorulmuştu. Kendini topralmaya çalışarak ayağa kalktı, ağa yaklaştı ve “Efendiniz kim?” diye sordu. Ağı zorlamaya çalışıyorlardı ama her hareketlerinde ağ daha da güçleniyor, daha da ağırlaşıyordu adeta. İsim vermiyorlar, vereceğe benzemiyorlardı. Cevap alamayacağını düşünüp sırtını döndüğünde aklına bir isim geldi. “Acımasız, kaba saba savaş!” dedi. Döndü ve O’nlara bağırdı. “Sizin efendiniz!” Duraksadı. Yaşlı adamın teknenin ucunda haykırdığı cümleyi hatırladı; “Zulmünün büyüklüğü cehaletine bedel.” Hepsinin gözlerinde bir gariplik vardı; Phobos açıkça korkuyordu, Deimos dehşet içinde yoldaşlarına bakıyordu, Eris kendiyle çelişir gibiydi, Enyo ‘nun kinli yüzü adeta beyaza kesmiş, Mania ise konuşarak bir çılgınlık yapmak üzereydi. Yaptı ve “Lütfen…” dedi. Psari Mania’ya yaklaşıp hepsinin gözlerine bakarak o ismi söyledi; “Ares… Efendiniz Ares…” Mania tekrar etti, “Lütfen, ne istersen yaparız, efendi bizi bu halde görmemeli.” Psari o zaman bu adanın Ares’in evi, daha doğrusu talan ettiği, hayatını sömürdüğü bir yer olduğunu anladı. Ölen bitki örtüsü, mahvolmuş canlılar, adayı saran hastalıklı haller, durumundan memnun olan sivri dikenler. Ada bu yüzden perişan haldeydi.
Esirleriyle ne yapacağını düşünür, onlardan daha fazla bilgi almak için kafasında sorular hazırlarken bir ışığın ağaçların arasından O’nlara doğru yaklaştığını gördü. Elinde meşale olan yaşlı bir kadın delikanlı ve yerde yatan tutsakları gördü. “Bu yana gel oğul, dinlenmek için gel, ağır yükünü de beraberinde getir. Çekinme.” dedi. Kadın cevabı beklemeden yolu gösterircesine tekrar ağaçların arasına yöneldi. Psari bu tekinsiz adada yaşlı bir kadına nasıl güvenebileceğini düşündü. Çökmeye başlayan gece karanlığında açık arazide ne yapabilirdi ki? Hesaba katması gereken, adanın her yerinde karşısına çıkabilecek korkunç bir Tanrı söz konusuydu. Kaba savaşın pek çok müttefiki gölgelerde O’nu bekliyor olabilirdi. Bugüne kadar tapmadığı Tanrılar ve Tanrıçalar’dan medet umamazdı. Karasız kalmıştı ki ağlara dolaşmışlar kadına küfürler savurmaya, “Aşifte, basit kadın, göz boyayan!” diye bağırmaya başlamışlardı. Düşmanlarının düşmanları dostu olabilirdi. Gitmeye razı oldu. Arkasından seslendi ama kadın ses çıkarmıyor ve sadece yürüyordu. Yaşlı bir kadına göre bedeni güçlü ve dikti. Yola çıkmak için ağa seslendi “Ayağa kaldır şunları!” Ağ toparlandı, dikildi, yürümeye hazırlardı.
Uzun yolun ardından geniş ağızlı bir mağaradan içeri girdiler. Derinlere inmeden vardıkları iç alanda mağara duvarları kırık aynalarla doluydu. Yanan meşalelerin kırık aynalara çarpan ışıkları garip renk oyunları, parlamalara sebep oluyordu. Yaşlı kadın delikanlıya bir tas çorba verdi. Psari yaşlı adamdan sonra kadının da her hareketini inceliyor, kafasındaki soruları cevaplamaya çalışıyordu. Enyo kadına “Göz boyayan!” diye bağırmıştı. Bunu bir yerden hatırlıyordu. Dışardaki rüzgârın sesi ağın içindekilerin çaresiz mırıldanmalarını bastırıyordu. Çorbanın kokusu burnuna garip bir hatıra getirmişti. Bir istirdyenin içinde top gibi yuvarlanan kocaman bir inci, denizin kokusu, sıcaklığını sevdiği çirkin bir adam ve güzel bir kadın. Çirkin adamın burnu, kulakları oynamayı en sevdiği şeylerdi. Ve unutamadığı o kadının tuzlu deniz kokusu. Kadın karşısına oturdu. Psari gözlerini O’na çevirirken o tekerlemeyi hatırladı; “Gözleri boyayan aşkın tapınağı, geçtiği yerlerin deniz kokulu tuzlu Tanrıçası. Geniş gerdanına düşen sarı saçlarından gelir arzunun rüzgârları. Ölümsüzler bile geri çeviremez köpüklerin kızını…” Gözlerini O’na çevirdiğinde aklındaki isimle, Aphrodite ile karşılaşmayı ummuştu. Ama karşısında yılların acımasızca şekillendirdiği yaşlı bir kadın vardı. Kadının yüzünden delikanlının şaşkınlığını ortaya döken bir gülümseme belirdi. Mağaranın kavuğunda, asla tahmin edemeyeceği bir yerde yaşlı bir kadınla yemek yiyor ve balık ağında karşılaşmayı hiç tahmin etmediği şeyler çırpınıyordu. Ağların içindekiler kadına hayranlıkla bakmaya başlamışlardı. Eris “Nasıl dayanıyor?” dedi. Phobos “Kim bu delikanlı?” diye sordu.
Kadın gözlerini kendi düşüncelerine dalmış delikanlıya çevirdi. Psari’nin bir sürü sorusu vardı. Uzun süre konuşamadılar. “Sabah mağaranın dışından başlayan keçi yolunu takip etmelisin oğul. Yıkımla yüzleşmelisin, sadık hizmetkârları senin elinde. Hepsi birbirinden beslenir. Öfkelenmemelisin, korkmamalısın, çelişkiye düşmemelisin. Ölüm sana sokulsa, elinden tutsa bile. Ares’i dağın zirvesinde bulacaksın. Muhtemelen kim olduğunu da…” dedi. Kısmen dökülmüş dişlerini sergileyerek ani bir kahkaha attı. “Adı köpük olan bir kızı sevmene şaşırmamalı” diyerek gülümsedi. Psari şaşkınla “Köpük mü?” diyecekti ki kadının bedeni ve yüzü bu gülümsemeyle bir an aşkın bin bir haline, özlemlerin tatlı derdine, göğsü ağırlaştıran arzulara, dokunulmak istenen tenlere dönüştü. İhtiyar balıkçı ve teknedeki gibi hayal gördüğünü zannetti. Başı dönüyordu. Kadının yanaklarındaki gamzelerinden çıkan okların etrafa saçıldığına yemin edebilirdi. Kırışıklıkların boğduğu gözleri badem şeklinde miydi? Kimdi, kimlerleydi, neredeydi? Bir an gözlerinin kapandığını, uykunun bedenini ele geçirdiğini hissetti. Varlıkla yokluk arasında İki el uzandı ve boynuna bir şey astı.
Kendini biraz daha hissetmeye başladığında yaşlı kadın zorlukla ayağa kalktı. Mağaranın ağzına, geldikleri yola doğru yöneldi. Kuvvetli rüzgâra rağmen tek parçası kımıldamayan kıyafeti ile karanlıkta birkaç saat öncesinden çok daha ölü görünen ağaçlara doğru yürüdü. Delikanlı kendini toparlaya çalışıp “Lütfen durun.” dedi. Kadın kirli gümüşe çalan yaşlı saçlarının düştüğü omzunun üzerinden Psari’ye baktı. Hüzünlüydü. “Benim suçum… Hepsi benim suçum oğul.” dedi. “Artık uyu, yarın zor bir gün olacak.” Zorlukla yol aldıkları dikenlerin kadına dokunmadığına yemin edebilirdi. Kadın yürüdü ve gecenin karanlığına karıştı. Delikanlı şaşkınlıkla bu sahneyi izlerken ağın altındakiler gülüyor, fısıldaşıyorlardı. “Bilmiyor, hiçbir şey bilmiyor…” Gözleri ağırlaşmaya başlayan delikanlı ateşin yanına kıvrıldı. Göğsüne batan bir şey hissetti. Boynunda önceden görmediği, yunusun üzerine oturmuş çocuk motifiyle süslü bir kolye vardı. Kadın vermiş olmalıydı ama ne zaman? Hızla uykuya daldı. Rüyasında konuşuyordu ve sevdiği kızın ismini söylüyordu. Bu ismi sayıklaması ile kolyedeki yunusun üstündeki çocukla dönmeye başladığını ve bir yönü gösterdiğini fark edemedi.
Sabahın ilk ışıklarıyla hazırlanmaya başlamıştı. Üzerindeki yırtık giysiler bir kaç gün önce Lebedos’un geniş salonunda giydiği deri tören zırhından arta kalanlardı. Boynundaki kolyeye bir kez daha baktı. Bir hediye mi yoksa lanet mi olduğunu bilmiyordu. Tutsaklıktan sinirlenmiş şeylere yaklaştı ve ağa yeniden “Beni takip et” dedi. Ağ titreşti ve avlarını sıkıca sarıp yürümeleri için dikleştirdi. Psari önde ağdakiler arkada keçi yolunu izlemeye, dağa tırmanmaya başladılar. İzledikleri yol dağı dolaşarak yükseliyor, çevreyi saran bereketsiz coğrafyayı, sivri ve rengi koyulaşmış kayalıkları aşarak yavaş yavaş zirveye doğru çıkıyordu. Yükseldikçe adayı çevreleyen karanlık fırtınalardan duvarları, denize düşen yıldırımları, dalgaları çalkalayan rüzgârları gördü. Güçsüz düştüğünü hissetti. O güçsüz düştükçe ağ gevşiyor, içindekiler sahiplerine yaklaştıkça daha da güçleniyordu. Ares’e, olası bir sona yaklaştığını biliyordu. Artık hiçbir şeyi değiştiremezdi. Kaderi O’nu buraya kadar taşımıştı. Yüzleşmesi gerekiyordu. Ne olursa olsun bu ruhuna güç veriyordu; eski Psari olarak geri dönemezdi. Artık bir başkasıydı.
Dağın zirvesindeki geniş düzlüğe vardığında kırılmış kılıçların, mızrakların, çatırdayarak parçalanmış kalkanların, yırtılmış zırhların üzerinde ayakta duran Ares’i gördü. Sırtı Psari’ye dönük adanın çevresinde dolanan karanlık fırtınalarını izliyor, adeta yönetiyor ve gülümsüyordu. “Mümkün değil.” dedi. “Tanrıların yardımı olmadan buraya kadar gelebilmen, mümkün değil.” Ares O’na doğru döndü. “Hem de seni bu kadar aramış, şehirleri yıkmış, ölümün uğruna fırtınalar göndermişken senin beni bulman, yani ölümünü.” Ares yakışıklı, tekinsiz, ihtişamlı ama korkunçtu. Yaklaştıkça vücudunu kaplayan, adeta kurumuş kanla şekillenmiş, biçim değiştiren dövmelerini, dövmelerde çığlık atan, savaş alanında henüz yeni ölmüş ruhların siluetlerini gördü. Gözlerinde ölenlerin son gördükleri ışığın parıltıları şehvetle çalkalanıyordu. Yaşlı kadının sözünü hatırlayan Psari belinde asılı olanı yokladı.
Ares kafesine girilmiş bir aslan gibi Psari’nin etrafında dolaşıyordu. “Bir balık. Merak ediyorsun; neden diye kendine soruyorsun.” Kurtulmak için O’na yalvaran yandaşlarını saran ağa dokunmak istedi, ağ titreşerek Ares’in hızla elinin çekmesine sebep oldu. “Baban ve annen yüzünden,” dedi. “Bu ağ, Hephaistos’un beni ve karısı Aphrodite’yi kendi yatağında yakaladığı, hapsedip Tanrılara rezil ettiği, kahkahalarla güldürttüğü ağ. Senin mahvının sebebi bu ağdır Philottos,” dedi. “Sen benim eski sevgilimin aynı zamanda o Olympos’tan atılmış çirkin Tanrı’nın evladısın. Bir Tanrı’nın hele hele çirkin ve topal bir Tanrı yüzünden rezil olması nasıl bir şeydir biliyor musun!” Ares kılıcını kınından çıkardı, dengesini tarttı. Keskin ucunu kontrol etti. “Asker olmak istiyordun, Lebedos için savaşmak, ailen sandığın insanlar için savaşmak. Küçük Lebedos’un bir tarafa şu an bilinen dünya benim şiddetim altında savaşlarla inliyor. Tüm savaşların kalbiyle, benle, Ares ile savaşmaya ne dersin? Dünya’nın tüm savaşları adına!” Psari “Seninle savaşmayacağım.” dedi. Ares elindeki kılıcı hızla Psari’ye fırlattı. Tanrının elinden çıkan keskin kılıç deri tabakaları geçip yumuşak bedenine, delikanlının sağ omzunun göğsü ile birleştiği yere tereddüt etmeden saplandı. Psari darbenin şiddeti ile geriye doğru birkaç adım atıp yere yıkıldı. Ağ ile aralarındaki bağ zayıfladı, içindeki adamlar bir anda serbest kaldı. Bir Tanrı’nın darbesi ile bedeninden ayrılmaya başlayan hayatını, yaklaşan ölümü hissederken annesinin güzel gerdanını, kokusunu, babasının komik gelen burnunu, Tanrıların kahkahalarını, Ares’in öfkesini, yunus balığının çektiği istiridye ile denize bırakıldığını, Kodo’nun O’nu kumsalda buluşunu gördü. Teknenin ucundaki Tanrı Hephaistos’u, mağarada hasretle bakan annesi Aphrodite’yi gerçekte oldukları gibi görüyordu. Ölüyordu…
Yaklaşan Ares gittikçe solan Psari’ye baktı. “Tanrılar gibi savaşıp Tanrılar gibi ölmeliydin. Her neyse, zaten hiç olmamalıydın.” dedi. Acı çeken delikanlı “Philottos olarak sana bir savaş veremiyorum ama Psari tüm Dünya adına sana bir hediyem var. Bir ölümsüz yerine bir ölümlüden bir hediye.” dedi. Beline asılı testiyi çıkarıp hızla yere vurdu. İlk önce ne olduğunu anlayamayan Ares birkaç saniye sonra “Bereket getiren!” diye bağırdı. Kırılan testideki su önce hareketsizdi, fakat dökülen su hızla çoğalmaya adanın en yüksek zirvesinde kaynayan pınarlara dönüşmeye, dereler hızla dolmaya, şelaleler çağlamaya başladı. Biraz önce korkunç savaşların kalıntıları ile şekillenen düzlük çiçekler, hızla büyüyen bitkilerle dolmaya başlamıştı. Zirveden aşağılara dökülmeye başlayan sular adanın berekete açlığını telafi etmek istercesine her yerden fışkırıyordu. Coşkulu bir tabiat gürültüyle büyüyor, yeni bir hayat tüm olumdsuzluklara boyun eğdirerek adaya hükmetmeye başlıyordu. Ares Psari’nin vücudundaki kılıcını sert bir hamleyle çekti. Yaradan fışkıran kan karşısında bir Tanrı bekleyen Ares’i şaşırmıştı. Öfkeli Tanrı vasfına uymayan bereketlilik karşısında geri çekilmek zorundaydı. Artık burada barınamazdı. Psari gittikçe büyüyen bir ağacın gölgesinde, gövdesine yaslanmış acı içinde kıvranıyor ve gülüyordu. Ares “Sen ve senin o topal baban!” diye bağırdı. Ölüme yaklaşan delikanlı son bir güçle Ares’e seslendi. “Seni bu adadan kovanın adını unutma, benim adım senin aşağıladığı yerden gelen Psari.” dedi…
Ares ve ağdan kurtulan iş birlikçileri ortadan kayboldular. Genç adam yalnızlığı içinde acı çeker ve öleceğini düşünürken gerçekle hayal arasında O’na yaklaşan iki siluet gördü. Delikanlının yüzünü sevgiyle okşayan el denizin tuzu kokuyordu. Yarasına dokunan adamın kulakları ve burnu hatırladığı gibiydi. Her ikisinin de siluetleri değişmeye başladı. Başucunda tüm Tanrısallıklarıyla Aphrodite ve Hephaistos duruyordu. Psari gördüklerinin hayal olup olmadığına emin olamazken bayıldı. Hephaistos testinin kırık parçalarına uzandı, uzanmasıyla testinin tekrar birleşmesi bir oldu. Sapasağlamdı. Testideki suyu Aphrodite’nin sarıldığı delikanlının ağzına döktü. Yaraları hızla kapanıyordu. Konuştuklarını duyabiliyordu; “O kılıcın önünde bir Tanrı olarak durmadı, tüm insanlığıyla durdu… Tanrıların da insanlardan öğrenecekleri ihtişamlı şeyler var. Üzerlerine çullanan tüm karanlığa rağmen direniş ve umut var. Hâlâ var…” Birbirlerine bakan iki Tanrı oğullarını öptükten sonra havaya karıştı.
Psari kendine gelip ayağa kalktığında ölüme yaklaştıran yarasına baktı, artık orada değildi. Ağ, yelken ve testi yanındaydı. Uyandığı yeri, zengin doğayı, birkaç saat önce orada olmayan, sırtını koyduğu, dallarına şimdiden kuşların yuva yaptığı ağacı seyrederken bir an başka bir yerde, cennette olduğunu düşündü. Burada kalmayı, çoğalmayı istedi. Geride bıraktığı herşey öylesine yabancı ve karanlıktı ki. Sonra yerde ağaç kökleri altında kalmış kalkanları, zırhları ve savaş borazanını gördü. Zirvenin kenarından uçuruma ve adaya bakarken dönmesi gerektiğini biliyordu. Buradan nasıl kurtulabileceğini, dönmesi gereken Lebedos, Kodo ve Aphros’u düşündü. Tehlike altındaki kenti, sevdiği kız ve dedesine gitmeli ve ortak kaderi paylaşmalıydı. İnsani Psari’nin düşünceleri arkasında Tanrısal Philottos’u duyar gibi oldu. İçinden gelen güven tüm bedeni ve benliğine yayıldı. Testi, ağ ve yelkene baktı. Üstü başı berbat görünüyordu. Yerde fazla aşınmamış, bedenine uyabilecek bir zırh gördü. Göğüs kısmında aynen kolyesinde olduğu gibi bir yunusun üzerine oturmuş çocuk figürü vardı. Bebekliğinde istiridyesini kumsala çeken yunusu hatırladı. Aynen bu adaya çıkmasına yardım ettiğini düşündüğü yunus gibi.
Zırhı giyindi, eline oturan bir kılıç buldu. Bu adadan ayrılmalıydı, yelkeni başının üstünde açılabilecek şekilde beline, bacaklarına dolayarak tedirginlikle uçuruma yaklaştı. Şehrini, sevdiği kızı düşündü. Vaat edilmiş cennetlere benzeyen adaya baktı. Bir de ilerde O’nu bekleyen karanlığa. Tereddüt etmedi. Yelkenin başının üstünde kalacak kısmına üfledi, yelken şişerek rüzgârla doluyordu. İleri, boşluğa doğru adım atarken “Geliyorum Lebedos!” dedi. Hızla düşmeye başladı. Yelkenin kontrolünü sağlamak zaman aldı. Uçmayı başardığı an önünde bambaşka bir sorun belirdi; yönünü nasıl bulacaktı? Birden göğsündeki madalyonun ortasında fır dönen yunus balığını gördü. Dedesi ile bindiği büyük gemilerde yön gösteren aletler gibiydi. Atlamadan önce söylediği ismi tekrarladı, kolyeye “Lebedos” diye fısıldadı. Yunus çok ama çok uzakta görünen karanlık bir noktayı işaret edercesine dikkat kesildi.
Lebedos günler süren ağır kuşatmanın ve fırtınanın etkisiyle perişan haldeydi. Yangınlara, ölümlere, yıkılmış kulelere rağmen şehir direnmeye çalışıyordu. Lysimakhos‘un demir ellerine geçmek, parçalanmak üzereydi. Direnmeye çabalayan kentin ovaya bakan yüksek suru düşen müthiş bir yıldırım ile gürültüyle parçalandı. Savaşı geniş salonun üstündeki burçtan izleyen Kodo ve kral Andropompos kaçınılmazın yaklaştığını görebiliyorlardı. Her iki taraftan binlerce asker yıkılmış duvara doğru hücum etmiş, son bir direniş ya da son bir saldırı hamlesi yapmaya çalışıyordu. Surları savunmak gittikçe zorlaşıyordu. Kalan askerler dağılmaya, arkalarına bakmadan kaçmaya başlamışlardı. Bu esnada insanların görmeye alışık olmadıkları, Tanrılara yaraşır inanılmaz bir hadise gerçekleşti. Karanlık bulutların, çakan şimşeklerin içinde boğuk bir borazan sesi yankılandı. Önce tek ve uzun bir ses, ardından ritmik ve arka arkaya üflenen bir borazan. Lebedos muhafızlarının saldırı ritmi artarak tekrarlanıyordu. Psari bulutların arasından yavaşça aşağıya süzülürken dalgalanan yelkenin içinde geniş kanatları ile ölümlülerin arasına inen güçlü bir Tanrı gibiydi. Azameti, yıldırımlarla parlayan zırhı içinde korkunç savaş alanına yukardan bakıyor borazanı arka arkaya düşmanın yüreğine korku salarcasına üflüyordu. Havadan şehre, yıkılmış surların üzerine yavaş yavaş, düşmanın dikkatini özellikle çekmeye çalışarak indi. Yıkık taşların üzerine basan ayakları ile yelkenin havada dalgalanan ucu arasında büyük mesafe vardı. Surdaki açıklık adeta yelkenin gövdesi ve bu inanılmaz görüntünün ortasında duran Psari tarafından kapatılmıştı. Düşman ordusunun askerleri bu Tanrısal belirti karşısında şaşkına dönmüşlerdi. Hareket edemiyorlardı. Sadece yağmurun sesi duyuluyordu. Düşmanın birkaç saniye önceki arzulu savaş isteği yok olmuştu.
Genç adam düşmanın arasında dolaşan, savaşçıların kulaklarına hırsla bir şeyler fısıldayan Phobos, Deimos, Eris, Enyo ve Mania‘yı gördü. Uzak tepedeki kral Lysimakhos ve yanında duran Ares öfkeyle delikanlıya bakıyordu. Psari elindeki ağı bir savaş narasıyla yukarı kaldırdı. Bu olağanüstü görüntü kentteki savaşçıları yüreklendirirken düşmanı ikinci kez sarstı. Düşman verilen emire uyarak ama isteksizce sura yeniden akın etti. Fakat Psari yelkenin içindeki havayı O’nları püskürtmek için kullandı. Askerler de yerde sürükleniyor, güçlü rüzgâr tozu toprağı birbirine katarak düşmanın görüşünü bulandırıyordu. Lebedos’un askerleri umutla suru savunmaya başladılar. Genç adam düşmanı tam anlamıyla geri püskürtmek için Ares’in ortaklarına yöneldi. Ağı gören yandaşlar korkuyla geri çekilince düşman ordusu savaşa inancını, gücünü kaybetmişti. Lysimakhos Ares’in olduğu tarafa baktığında orada olmadığını gördü. Dağılan karanlık bulutlar açılmaya, güneş işgalci kralın üzerinde parlamaya başlamıştı. “Geri çekilin!” diye bağırdı zorba kral. “Geri çekilin; terk edildik!”
Psari yıkılmış surdan içeri girdiğinde askerler, halk bir Tanrıyı selamlıyor gibiydi. Uzanan ellere sarılıp bir insan olduğunu, onlardan biri olduğunu söylüyordu ama nafileydi; herkes eski delikanlıyı değil yeni Tanrıyı görmek istiyordu.
Artık olmak istediği süvarinin çok ötesindeydi. Halk O’nu sevinçle ama Tanrılardan korkarak bağrına bastı. Yaklaşan Kodo’nun önünde diz çöktü ve “dedem” diyerek sarıldı. Günlerdir sevdiği delikanlının öldüğünü düşünerek hasta yatan Aphros hastabakıcıların elinden kurtulmuş, geceliği içinde solgun, ayakları çamur içinde kollarına düştü. Psari etrafını çevreleyen yorgun, bezgin, yakınları ölmüş, kayıplarını arayan, yaralı insanlara baktı. Yüksek sesle “Savaş Tanrısı vazgeçmeyecektir. Suru hemen onarmamız gerekiyor. Ürünlerimizi, ölülerimizi toplayın, bu akşam layık oldukları şekilde analım ve yarın direnmek için hazırlanalım.” dedi. İnsanlar umudun sesine canı gönülden kulak verdi ve şevkle çalışmaya başladı.
Ertesi gün Psari elinden tuttuğu Aphros ile çekilen ordunun arkasında eşyalarını bıraktığı tepenin yamacının altına, uzun süredir kuru olan dere yatağına doğru yürüdü. Küçük testisini “Teşekkürler baba” diyerek orada kırdı. Onları izleyen askerlerin, halkın şaşkın bakışları arasında kuraklığın ortasından sular çağlamaya, balıklar kendilerini denizden karaya atmaya, uzun zamandır gelmeyen kuşlar dallara konmaya, ekinler zamanından erken ve kat kat fazla yeşermeye, geniş gölgeli yemişli ağaçlar yükselip yükleri ağırlaşmaya, toplanan ürünler ambarları doldurmaya başladı. O gün şehir Psari’nin kimlerin çocuğu olduğunu öğrenmişti. Halk Tanrıların çocuğunun onlarla olmasından mutluydu. Psari ise insanlarla beraber olduğu için. Delikanlının her gün neden yıldırım düşen o iskeleye gidip denizden gelecek birini beklercesine ufka baktığını, bir yunus gördüğünde gözünün yaşardığını anlamıyordu. O’na armağanlar sunmak isteyen insanları geri çeviriyor, halktan biri olduğunu söylüyordu. Ne yazık ki onda bir Tanrı görmek istiyorlardı. Şimşeklerin yıktığı tapınağı genç adamı onurlandırmak ve ismini vermek için yeniden inşa etmek istemelerine çok kızdı. Kodo ve Psari gittikçe kontrolden çıkan bu sevgi gösterilerinden, tapma arzusundan endişeliydi.
Kral Andropompos tamirat altındaki geniş salonda yapılan törenle Aphros ve Psari’yi evlendirirken gittikçe krallığa yaklaşan bu delikanlıyı şüpheyle inceliyordu. Şehrinde bir Tanrı çocuğu varken hangi insan fani bir kralı dinler, takip ederdi?
Kral odasına çekilip bir perdeyle kapatılmış aynayı açtı. Aynada kendine baktığında çatışmacı Eris ve kindar Enyo’nun yansımasıyla karşılaştı. Şaşırmamıştı. Babaları Ares’in mesajını iletmek için oradaydılar. Kral “Bunun ilk gün, şehir helak olmadan bitmesi gerekiyordu. Psari ölmeliydi!” diye bağırdı… Savaşın çirkin yüzleri ise şehvetle gülümsüyordu… Harap olmuş sokaklarda bazı insanların aç gözlülüğünü bulmuş, beslemeye başlamışlardı bile. Kibir ve böbürlenmelerini alevlendiriyorlardı. Savunulacak bir şehirden, bir Tanrı’nın komutanlığında, demir yumruğu ile etrafını fethedecek güçlü bir Lebedos hayalleri kuruyorlardı.