Dün gece uzun çok uzun bir aradan sonra ilk defa koştura koştura sinemaya gittik. İnanır mısınız mutluluktan çenem düştü sanıyorum; Yalan Dünya dizisindeki Rıza gibi habire konuştum. Salona girer girmez gözüme çarpan koridorda öylece durup duran puf oldu. Dedim herhalde izdiham var filmde ki koridora bile puf atmışlar. Sırf bu konuda neredeyse bütün reklamlar boyunca konuştuktan ve kendi kendime güldükten sonra perdeeeeeee film başladı…
Başlar başlamaz da ikinci konum “skyfall” un kelime anlamıydı. Sevgilim dahiyane bir sallama örneği sergileyip “skyfall” un şelale demek olduğunu söylediğinde uzun bir süre cidden bunun şelale demek olduğunu düşündüm ama arka planda film müziği devam ederken ve sözlerini de düşünmeye başladığımda birşeylerin ters gittiğini düşünmeden de edemedim. Aynı huzursuzluk sevgilimde de olacak ki film karşımızda oynamaya devam ederken dayanamayıp telefondan baktık anlamına; meğersem sağanak yağış demekmiş. Şarkıyı da bir şekilde bulup telefonuma, bilgisayarıma, ipod uma indirmem lazım; on numara olmuş.
Neyse şarkıdır, “skyfall” un anlamıdır falan derken içerisinde dünyanın çeşitli ülkelerinden kareler barındıran bu tarz amerikan filmlerinde ülkelerin, özellikle de İstanbul’un, Hindistan’ın arka sokaklarındaki halk pazarları gibi çekilip gösterilmesine karşıyım. Arkadaş tabir-i caizse günlerce Eminönü’nün ve trafiğinin ağzına ettiniz. Çeke çeke bunları mı çektiniz sadece. Ben valla o karelerin İstanbul’da çekildiğinden bile şüpheye düştüm. Resmen garip bir üçüncü dünya ülkesinin baharatçılar sokağında koşturup duruyor gibilerdi. Hadi aksiyon sahnelerini çektin orada; bari ne bileyim 007 yi bir de boğaza götür de bir çay, kahve içir adama orada; dünya oraları da görsün. Bismillah daha ilk sahne olmamış; hayır madem bu kadar çekecektin ne diye günlerce işgal ettin hayatımızı, hiç yoktan karşımıza çıkan trafik çilesiyle dünyamızı kararttın deyip izlemeye devam ettim. Sonra klasik Bond filmlerindeki gibi koşturdular, motorsiklete bindiler, çatılardan uçtular, hızla giden trenlerin üzerine atladılar, tünellerden geçerken kafalarını eğdiler, bir yürek çarpıntısı bir aksiyon falan, sonunda da Bond’u güzel ötesi çalışma arkadaşına vurdurup bilmem kaç metre yükseklikten adamı suyun dibine çaktılar da adam yine ölmedi. Filmin ortalarında bir yerde anladık ki topu topu dört kemiği kırılmış; hadi maşallah ne bünye varmış sende deyip devam ettim izlemeye. Neyse film müziği girdi; isimler, casting falan filan derken film bir sevişme sahnesi ile başladı. Bizim Bond ölmemiş hatta normal yaşantısına da dönmüşmüş. Neyse sonra aniden yataktan kalkan 007 kardeşimiz sahilde yürümeye başladı. O sırada eminim sinemadaki herkes acaba burası neresi diye düşünüyordu ki aniden kameraya bir plastik sandalye girdi ve çıktı. Dedik burası ancak Türkiye olabilir; sahil ve plastik sandalye kombinasyonu…Her yazın vazgeçilmez modası…Bikini ve pareolarda moda ne olursa olsun bu kombinasyon asla eskimez… Neyse Bond’umuz yürümeyi bir sahil barında noktalandırır ve Türklerle içmeye başlar ki burada garip bir durum yok. Asıl garip olan devam sahnesinde barda arka planda gösterilen televizyonda yabancı CNN in izleniyor olmasıydı ki asla bir sayfiye yerinde, hele de bir köyün sahili izlenimini uyandıran böylesi bir yerin kıtıpiyoz sahil barında rastlayamayacağınız bir görüntü…Ama tesadüfe bakın ki o gün o kanal izlenegelmiş de Bond’umuz İngiltere’deki suikast haberini duyup atlamış uçağa memleketine dönmüş.
Bu ikinci saçma ayrıntı üzerine de dakikalarca konuştuktan sonra taktığım en son konu da töbe töbe estağfurullah nolmuş senin yüzüne dedirtecek şekilde o güzelim adamı çirkinleştimeleri oldu. Film için mi yaşlandırmaya çalışmışlar, yoksa adamın saç şeklini mi değiştirmişler, yoksa cidden adamda bir hastalık mı var da bu derece aurtları çökmüş ölü balık gibi bakıyor çözemedim ama o canım yakışıklı çekici surat gitmiş yerine alkolden kafayı kaldıramamış göz altı morluklarının eşlik ettiği sıskaaaa çelimsizzzz enkebit adam gelmiş. Hayallerim yerle bir oldu diyebilirim; ben böyle sevmemiştim kendilerini. Acilen bir sonraki görevde toparlanmalı, o kusursuz bakışlarını yeniden kazanmalı diye düşünüyorum. İşte bu psikoloji ile filmin devamına hadi yaaa olmamış, valla bu adam ilk filmlerinde daha iyiydi, nolmuş onun yüzüne, çok mu zayıflamış bu ve benzeri nidalarla eşlik ettim. Bu arada klasik huyumdur ağzımda bakla ıslanmaz hemen sonunu söyleyiveririm. Onun için bu cümleden sonrası spoiler içermektedir; dikkat. O yaşlı kadının da artık ölmesi iyi oldu. Yıllardır müdür pozisyonunda çakıldı kaldı, kadını kovdular yine gitmedi, bu nasıl bir koltuk sevdasıdır arkadaş, gençlerin önünü açmak lazım. Ama hemen heveslenmeyin yerine sevgili Bond’umuz geçmiyor malesef.
Onu yine atlamalı, zıplamalı, ölüp ölüp dirilmeli, koşmalı, patlamalı, sevişmeli görevlere verecekler; ve muhtemelen bir iki film sonra da onun cenaze namazında buluşup tam bir türk filmi klasiğine bağlayarak yerine oğlunun veya kızının nasıl geçtiğini izleyeceğiz.
Bu kadar yorum sonrası filmi beğenmediğimi düşünenlere notumdur; kişisel olarak saçmalığın sınırlarını zorlayan filmleri bile sırf aksiyon filmi oldukları için sevdiğime göre bunu muhakkak izlemenizi tavsiye ederim ama daha ziyade evde izlenesi bir tadı var bunu da itiraf etmeden geçemeyeceğim.
Tüm bunları yazarken, dışarıda aniden başlayan sağnak yağmur da yazıyı kusursuz bir şekilde tamamladı diyerek konuşmayı burada noktalıyorum.