İnsan, bin yıllar içinde doğa ile geliştirdiği ilişkisini, bir yüzyıldan kısa bir süredir kökünden değiştirmeye çalışıyor. Fiziksel zayıflığı nedeniyle, var olmak için akıldan başka savunma aracı olmadığından, bir kayaya kendini ifade etmek için attığı ilk çizik ya da yaktığı ilk ateşten beri bir birikim yaratıyor. Bu birikimin son halkaları olarak Reform ve ardı sıra gelen Rönesans, Fransız ve Sanayi Devrimleri ile gerçekleştirdiği büyük atılımlar sayesinde, doğaya hükmedebileceğini de düşündü. Ancak unuttu ki kendi de bu yapının bir parçası ve belki en yararsızı; günden güne yok ettiği türlerden sadece biridir ve haricinde varlığı mümkün olamaz.
Doğadaki tahribatın yanında, varoluşundan beri geliştirdiği kültürü tamamıyla terk edip yeni; ancak parçası olduğu yapıdan uzak ve yapay bir düzene adapte olmaya çalışmanın baskısını hissediyor. Havadan suya, topraktan sese her alanda yarattığı kirlilik, dayanılmayacak yükler oluşturup kaçış isteği yaratıyor. Kaçtığı yerde ise kendisini; daha büyük bir karmaşa, maddi ilişkilerin en kuralsız hali ve doğanın, ağırlandığı tesisçe katledilmesi çelişkisi karşılıyor. Ayrıca misafir, yeni bir kültür tanımak amaç ve hevesiyle tatil noktasına doğru yola çıkmışken, dünyanın hangi köşesine gitse aynı gri yapılar ve emeği sömürülmekten feri sönmüş yüzlerce karşılanıyor. Bu karmaşa süregeldikçe de, bilinçli ve sistemli bir karalama kampanyasıyla bile gerçekleştirilemeyecek bir propaganda ağı, en etkili reklam biçimi olan ağızdan ağıza (mouth to mouth) yöntemle, önü alınamayacak şekilde örülüyor.
Ülkemizin sektöre girişiyle, turizmin yıkıcı etkilerini çeşitli bölgelerde somut örnekleriyle gördük. Misafir, bu bölgelerde sadece eğlence ve dolayısıyla kısa süreli konaklama için bulunduğundan, zararları görmeye ya fırsat bulamaz ya da literatüre geçmiş turizm davranışı bu sıkıcı yönleri görmesini engeller. Oysa ne turizm bir “bacasız sanayi”, ne de turistik destinasyon harikalar diyarıdır. Hatta turizminki öyle bir “baca”dır ki, kendi sermayesi olan, bin yıllardır varlığını korumuş somut ve soyut, doğal ve beşeri tüm “sermaye”sini, onu pazarlamak adına son örneklerine kadar tüketir. Küçük; ancak özgün köyler olarak misafir çekmekle piyasaya giren alanlar da, bu tüketim sonunda, yoz birer kent özentisine dönüşür.
“Sürdürülebilirlik”in Ortaya Çıkışı
Elbette genelde endüstrileşme ve özelde turizm sektörünün etkilerini yaşayan sadece biz değiliz. Tam da bu yüzden “sürdürülebilirlik” bugün dillerden düşmüyor. Kavram olarak sürdürülebilirlik sanayileşmenin başlangıcından itibaren yerel etkilerden korunmak için kullanılırken, 1970’lerde kitle turizminin etkilerini yoğun olarak hissetmeye başlayan Akdeniz kıyıları ve Avrupa Alplerinde, sürdürülebilirlik fikrinin turizm sektörüne de uygulanmasına başlanmış. Uluslararası anlamda ise belki ilk kez 1987’de, Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonunca şu açıklamaya ihtiyaç duyulmuş: “İnsanlık, gelecek kuşakların gereksinmelerine cevap verme yeteneğini tehlikeye atmadan, günlük ihtiyaçlarını temin ederek, kalkınmayı sürdürülebilir kılma yeteneğine sahiptir.” Gün geçtikçe yıkım daha yoğun hissedildiğinden olacak, geçtiğimiz 2014 yılı da yine BM tarafından; geleneksel gıda, biyoçeşitlilik, dengeli beslenme ve sürdürülebilir kaynak kullanımı vurgularıyla “Aile Çiftçiliği Yılı” ilan edildi. Pekiyi, sadece yüz yıl kadar önce daha fazla pazar ve hammadde için savaşan ülkelerin yer aldığı BM açısından ne değişti de, şimdi kaynak kullanımının sürdürülebilirliğinden söz edilip, bir yıl bu farkındalığı yaratmaya adanıyor?
Sorun “Cennet” değil Kültür
Temel amacı daha fazla kar olan şirketler bile sürdürülebilirlik politikalarını açıklamak zorunda hissederken, turizmde de –bahsettiğim sorunlar da aşikâr olduğundan- söz konusu anlayışın daha geniş olarak uygulanması gerekliliği artık ortada. “Daha geniş”; çünkü diğer tüm sektörlerden farklı olmak üzere turizm, çıktısı yerinde tüketilen ürünler yaratır ve diğer hiçbir sektör gibi salt “sorumlu üretim reklamları” ya da “örnek uygulama”larıyla misafirleri ikna edemez. Bu durum bir olumsuzluk olarak düşünülebilecek de olsa samimiyetle avantaja çevrilmesi mümkün.
Günümüzde, özellikle üst gelir seviyesindeki kitleler teknolojiye neredeyse bağımlı hale gelmemizin karşısında, doğaya da saygılı bir yaşam alternatifi arıyorlar. Bu nedenle Bodrum gibi sahil kasabalarına göç düşüncesi insanların içinde bir özlem uyandırıyor. Ancak tüketim alışkanlıklarını değil, sadece ikametini değiştiren kitleler, popülerleşen bölgeye aktıkça, ilişki ve kültürlerini de taşıyarak burada egemen oluyor. Duyulan özlemin yaşanan yer değil, yeni üretim tüketim ilişkileri ve değişimine olduğu gözden kaçtığından, sorun da tespit edilemiyor. Hal böyle olunca çözüm de kısa süreli, bir “cennet”i tüm varlıklarıyla tüketip bir başkasını aramaktan öte gitmiyor. Bu noktada da bir rehberlik ihtiyacı doğuyor: Yeni bir yaşam tarzı inşası hakkında bir model yaratarak bunu misafirlerle paylaşmak: İşte sihirli sözcüklerden bir diğeri de böylece ortaya çıkmış oluyor. Bahsedilen modelin gerçekleştirilebilmesi ise bu yönde çeşitli arayışların olduğu günümüzde, gerçek bir marka yaratmak anlamına geliyor.
Eşsiz Bir Birikim: Anadolu
Varolduğumuzdan beri bir geçiş noktası olan bu topraklar ve üzerinde yaşamış köklerimiz, bizlere doğayla binlerce yılda oluşturdukları barışçıl ilişkilerini, Aşık Veysel’in “Kara Toprak” türküsünde damıtarak sunduğu gibi ulaştırıyor. Bu birikim de yol gösterici bir model yaratmak için fazlasıyla zengin. Gerek mimarisi, gerekse ritüelleriyle Anadolu, yeni yaratımlar için uçsuz bucaksız bir esin kaynağı. Bu yöndeki arayışlar, yani -ekonomi dilinde- gün geçtikçe artan “talep” de, yeni bir yaşam modeli oluşturmaya olanak sağlayacak teknolojik gelişmeler de mevcut. İhtiyacı karşılamada yaygın olarak kullanılan fosil yakıt ve nükleer kaynaklara alternatif olarak, çevremizi saran başta –tüm enerjilerin kaynağı- güneş ışınları gibi enerjiler de gün geçtikçe daha verimli bir şekilde ihtiyaçlarımıza yönelik dönüştürülebiliyor. Bize sadece, ülkemizde turizmi başlatmış Cevat Şakirlerin sevgi dolu Mavi Anadolu yaklaşımıyla araştırıp “Altıncı Kıta Akdeniz”i yeniden keşfetmek düşüyor.
İnsan, artık bilimi bilmek değil doğaya hükmetmek için kullanıyorken, milattan önce 28 Mayıs 585’te güneş tutulmasını ilk kez hesaplayan hemşerimiz Milet’li Thales’in aydınlattığı Anadolu, doğa ile yeniden doğru ilişkiler kurmayı öğretebilecek birikime sahip. Bu ateşin salt kar güdüsüyle hareket eden değil, ayakları bu topraklara basan ve onu aydınlatmak isteyen, çevreci uygulamalarını sevinçle izlediğimiz yerel yönetimlerce yakılmasını beklemek de sanıyorum haksızlık olmaz. Yeni bir yaşam idealini benimseyen çok sayıda kuruluş ve demokratik kitle örgütü de birikim ve deneyimleriyle katkı sunmaya hazırlar. Bu yöndeki çalışmalar, ülkemizde dar kıyı şeridine sıkışmış sezon anlayışını da yıkılabilir. Bahsettiğim; el ele, kafa kafaya verdikçe, basit; ama sağlam temeller atarak imece ruhunu yeniden yaratabileceğimiz ve turizm konusunda da örnek olabilecek bir modeldir. Basit; ama cesur ve kararlı adımlarla gerçek bir örnek oluşturulabilir.
Ozan Şenyüz