Korkuyorum artık sokağa çıkmaktan insanların yüzlerine bakmaktan. Korkuyorum artık mavi gökyüzünün karanlık bunaltıcı atmosferinde karbon monoksit gazlarıysa karışmış olan oksijeni solumaktan, korkuyorum artık yeşilin en sade tonlarının yeşerdiği çimenliklere, vahşi dünyada bir çocuğun daha hayatına mal olmuş ayakkabıları giyerek basmaya, korkuyorum artık zamanın sonsuzluğuna aldanıp hayatını bir fırıldak gibi yaşayan insanlarla karşılaşmaya, korkuyorum artık yaşamın yaşanmazlığına tahammül etmeye, korkuyorum artık düşüncelerimi intihar ettirmekten, korkuyorum artık akan suyunun akışının zorla değiştirilmesinden yaşamın vahşileşmesinden, insanların bir hayvana dönüşmesinden. Çıkamıyorum artık sokağa, bakamıyorum artık gökyüzüne umut dolu, hissedemiyorum artık yağmurun en tatlı ve hoş kokusunu, dokunamıyorum artık hayatın hiçbir noktasına. Kaçıyorum artık kendimden, ilkelerimden, ruhumdan, dünyanın düzenine ayak uydurup, suyun akışına uyduğum zamanlardaki yanlışlarımdan korkuyorum, ilkelerimden taviz verdiğim için, ortamın havasına uyup kendimi sildiğim için korkuyorum ruhumdan. Uyuyorum, beni anlayan tek liman orası ya da sadece zamanı bana göstermediği ve hissettirmediği için en sevdiğim yer. Zihnimin ve düşüncelerimin beni yormadığı, zihnimin içinde savaşların olmadığı tek zaman aralığı olduğu için seviyorum uykuyu. Zihnimdeki tüm savaşlara rağmen sabah uyandığımda tekrardan yeni bir zihin inşa ettiği için seviyorum. Uyanıyorum, güneş en samimi ışıklarını vuruyor odama. Sonra yeni bir gün başlıyor. Çimenler yemyeşil, gökyüzü masmavi, kaldırımlar tertemiz, insanlar hiçbir şeyin telaşına kapılmamış sadece hayatı sırf hayat olduğu için yaşıyorlar, ya da bana öyle görünüyor, çünkü öyle görmek istiyorum, dünya adil olsun istiyorum insanlar mutlu olsun en fazlada çocuklar gülsün istiyorum, yağmur hepimize bir rahmet olsun istiyorum fakat tüm umutlarım sokağa adımımı attığımda tükeniyor. Bir mum gibi hızlıca eriyor. Köşe başında yere çökmüş bir anne ve iki çocuğu. Ellerinde hiçbir şey yok hayatın sillesini yemişler, bir savaştan kaçıp bir savaşın ortasına düşmüşler. Hava buz gibi soğuk ve bir bıçak gibi keskin. Ayaklarında ayakkabıları yok sadece bir kartonun üzerinde oturuyorlar. Ne için diyorum kendi kendime çok mu şey istiyorlar? Gel gör ki istedikleri karınlarını doyurabilmek için bir lokma ekmek ve başlarını sokacakları bir kulübe çok mu zor. Zor çünkü fakiriz, kendimize yetecek kadar paramız var sadece, o kadar çok giderimiz var ki, ay sonunu getiremiyoruz. Çünkü alacak o kadar ayakkabı var, gömlek var, abur cubur var çoğu israf edilecek ekmek var, vardı da var. Ya da ödenecek üçüncü arabanın taksidi var, dördüncü dairenin su faturası var. Fakiriz tabi ondan yardım elimizi uzatamıyoruz, Ama lafa gelince elimizdekilerin bolluğu ile bir birimize hava atıyoruz veya tartışmalarımızda sen daha çok zenginsin ben daha çok fakirim, sen şuna da sahipsin veya eviniz şöyle diye bir birimizin malvarlığı üzerinden konuşuyoruz ama bir masum çocuğa bir parça ekmek almaya gelince fakirleşiveriyoruz. Sonra bakan insanlar görüyorum anneye ve çocuklarına bir anda olsa bile bir saniye ve daha az bir süre olsa bile kalbi sızlıyor çoğumuzun ama sonra unutup gidiyoruz. Unutuyoruz sokaklardaki çocukları çünkü artık sadece anlık yaşıyoruz. Anlık üzülüyoruz anlık hissediyoruz ama sonsuz istiyoruz. Artık hissizleşiyoruz aslında. Sonra bir adım daha atıyoruz kulağımızda müziğimiz elimizde telefonumuz her şey birden bire bitiveriyor. Mekân ve zaman sonsuzlaşıyor uçsuz bucaksız bir dünyaya adım atıyoruz. Kendimizi özgür hissettiğimiz söyleyemediğimizi söylediğimiz sandığımız korkularımızı karşımıza alıp güldüğümüz bir dünyaya adım atıyoruz. Sonrası o küçük masum iki çocuk bıçak gibi keskin soğuya karşı savaşmaya devam edecek biz evlerimizde doğalgaz ile sıcak sıcak ısınırken. Sonrası o çocuk bir gün bir sokağın köşesinde açlık veya soğuktan ölecek sonra biz bu haberi televizyonda seyredeceğiz veya gazetelerin üçüncü sayfalarında okuyacağız sonra gene bir anlık içimiz cız edecek kalbimize bir iğne batacak ardından devam edeceğiz. Suçumuz yokmuşçasına… Yürüyemiyorum artık sokaklarda bakamıyorum artık gökyüzüne. Kafamı zorla da olsa içimde yanan umut ışığı ile devam diyorum. Köşeyi döner dönmez bir kaza. Bakıyorum asansörün halatı kopmuş 10 işçi can vermiş. Sonra hikâyeler dökülüyor bir kitabın sayfaları koparcasına ortalığa ve her sayfada ayrı bir hüzün her sayfa ayrı bir mahvoluş. Sonra diyorum ağlamayı bilmiyoruz ki. Ah bir ağlayabilsek içimizdekileri, duygularımızı bir haykırabilsek olacak diyorum, hem ağlamayı bilirsek gülmeyi de öğreneceğiz diyorum ama oda olmuyor. Sonunda yoruluyorum artık adam atacak gücüm kalmıyor, korkmaya başlıyorum insanlardan, her gün biraz daha ölüyorum beton yığınlarının ve karbonmonoksitli oksijenin arasında. Ruhum ölüyor, ruhlarımız ölüyor ama biz hala yaşıyoruz. Hissiz, duygusuz ve en kötüsü de kalbimiz kararmış bir şekilde. Dayanamıyorum eve geliyorum. Artık bitmiş bir ömürün uzatmalarını oynuyormuş gibi hissediyorum, böyle yaşanır mı diyorum? Tekrardan gökyüzüne bakıp uyuyorum gene en kolay kaçış noktama geliyorum. Rahatlatıyor beni, alıp götürüyor bu dünyadan, pisliklerin sokaklarda dolaştığı insanlığın ve sadakatin üç rugana beş pabuca satıldığı bu dünyadan. Uyanıyorum yeniden yine köşe başında o çocuk bu sefer kardeşi yok, gazeteyi alıyorum büfeden herkes kendi dünyasında üçüncü sayfada o meşhur haber. “Bir köşe başında evsiz ölü bir çocuk bulundu” içim sızlıyor devam ediyorum hayat diyorum dar alanda trajedi geniş alanda komediymiş meğer. Hayat diyorum üçüncü sayfa tıkananların ve son sayfada gol attım diye sevinen insanların dünyası diyorum. Yaşamak bana göre değil diyorum, yapamayacağım sanıyorum ama barışın çocuklara sıradan bir gün olduğunu, paylaşmadan çoğalmayacağını öğretmek için yaşamak lazım diyorum. Yaşamak lazım üçüncü sayfada tıkananları tıkatmamak için bir çocuğun daha ölmemesi için, tüm pisliklere rağmen dünyayı temizlemek için yaşamak lazım. Hayatı komediye çevirmek için yaşayalım. Masumiyetin en saf halini yaşayan çocukları üzmeyelim. Onların yüzüne bir tebessüm yerleştirebilmek için yaşayalım…