Yıllarca savaşları okuduk tarih diye. Ölümü, kanı, kazananı ve kaybedeni. Yıllarca düşmanlıkları
besledik bunları okuyarak, sevgileri ve güzellikleri göz ardı ederek. Oysa ancak halkların en kötü
günlerde gösterdiği dayanışmayı, sevdayı anlatarak ulaşacağız barışa. Barışa ulaşmak dileği, Boşko ve Admira’nın aziz hatırasına saygıyla…
“Bu ülke benim avuçlarımın içerisinde değil, nefesimin üzerinde tuttuğum bir küre gibi.
Benden sonra gelenin nefesi yetmezse bu küre düşer ve parçalanır.” demişti Yugoslavya’nın kurucu
devlet başkanı Josip Broz Tito. Koltuğuna oturanların nefesi mi yetmedi, yoksa nefeslerini mi tuttular?
Bu sorunun cevabı tartışılabilir ancak kesin olan bir şey var ki küre, 1990 yılında düştü. Kırık parçaların
arasından ise kan akmaya devam ediyor.
Yugoslavya’nın dağılışı özellikle Çekoslavakya örneğine göre çok kanlı gerçekleşti. Kanın en
fazla aktığı yer ise Bosna oldu. Slovenya’nın 30 günlük bağımsızlık savaşına karşı Bosna, 3 yıl süren bir
direniş göstermek zorunda kaldı. Başta başkent Sarajevo olmak üzere şehirlerin tamamı kuşatma
altına alınıp bombalandı. İlaç silah ve gıdanın girmediği, BM tarafından gönderilen yardımların
engellendiği kent merkezlerinde halklar sadece saldırılara değil, yokluğa da direnmek zorunda kaldı.
Savaş bittiğinde 2 Milyondan fazla insan öldürülmüş, kaçırılmış, tutuklanmış ya da tecavüze
uğramıştı. Sadece Sarajevo’da 12 bin, sadece Srebrenica’da 1 ise 8 binden fazla insan hayatını kaybetti.
Toplam ölü sayısının 100 bin, bu sayının %80’inin Boşnak olduğu tahmin ediliyor. 2
20 bin ile 60 bin arasında kadın tecavüze uğradı, sistematik tecavüze. Savaşta kadınların
“ganimet” olarak görülmesi, onlara karşı cinsel saldırılarda bulunulması tarih boyunca karşımıza çıktı
ancak Bosna bu konuda bir ilke sahne oldu. Çetnikler eskiden otel ve yurt olarak kullanılan yapıları
tecavüz kamplarına dönüştürerek yeni bir soykırıma imza attılar. Kadınların ölmesiyle yetinmeyenler,
onların Sırp çocuklar doğurmasını istediler. 3
Tüm bu olaylardan sonra direnişi kırılamayan Bosna, 1995’te Dayton için masaya oturdu ve
bağımsızlığını kazandı. Eğer bağımsızlık kazanılan bir şey ise, Bosna bunun en büyük örneğiydi.
Bağımsızlık için çok kan akıtılmıştı.
Bu savaşın ardından birçok anı, hikaye dinledik. Kimi gerçekten yaşandı kimi ise gerçek
olamayacak kadar abartıydı. Ve hatta kimi ise gerçek olduğuna inanamayacağımız kadar kötüydü.
Fakat her savaşta olduğu gibi bunda da eksikler vardı, çünkü hep ölüm dinledik. Halkları birbirine
düşman ilan ettik. Oysa halklar değildi düşman olan. Halkların savaşı yoktu, aşkı vardı.
Bu aşkın en önemli örneği Sarajevo’nun Romeo ve Juliet’i olan Boşko ve Admira. Romeo ve
Juliet’in farkı, onları ayıran şeyin aileleri olmamasıydı. Sırp Boşko ve Boşnak Admira’yı hem aileleri
hem de çevreleri daima desteklediler. Destek olmanın yanında, onlar şehrin örnek çiftiydi. Aşkları
bilinmeli, herkes tanımalıydı. Genel olarak Bosna’nın yapısı da buna çok uygundu, zira savaştan önce
yapılan son seçimde halkın %13’ü kendisini alt kimliği ile değil, üst kimliği olan Yugoslav olarak
tanımlamıştı. 4 Salt çoğunluğu sağlamasa da, 500 yıl önceki zaferlerin kutlandığı ve milliyetçiliğin daima
ayakta kaldığı bir coğrafyada ulaşılan bu oran apayrı bir başarı hikayesidir.
Boşko ve Admira, daha savaş başlamadan bir yıl önce başka bir ülkeye gitmeye karar verdiler.
Bir yanda Boşko’nun babasının ölümü, bir yanda ülkenin içine girdiği kaos diğer yandan ise halka
dayatılan milliyetçi zorlamalar bu kararda etkili oldular. Ancak 1993’e gelene kadar bunu
gerçekleştirmek mümkün olmadı. Savaş başladıktan 1 yıl sonra BM’nin koruma bölgesi ilan etmesi ve
Sarajevo’yu koruyacağını açıklamasıyla çatışmalarda azalma yaşandı. Bunu fırsat bilen çift yola
çıktılar.
Vrbinja Köprüsü’ne geldiklerinde, daha yolun çok başındayken ulaştılar gidecekleri yere;
ölümsüzlüğe. Köprüyü gözetleyen sniper, ilk kurşunu ile Boşko’yu vurdu. Savaşın dine ve millete değil,
insanlığa karşı olduğunun göstergesiydi bu. Sırp bir sniper, üstün saydığı milletinin bir ferdini
vuruyordu onu tanımadan. Tanımıyordu çünkü yürüyüşünden giyinişine, simasından gülüşüne kadar
aynılaşmışlardı artık. Onlar istemese bile dillerine kadar bir olmuşlardı. Düşmanları aslında ne kadar
da “kendileriydi”.
İkinci kurşun ise Admira’nın bedenine saplandı. Admira düştüğünde sevgilisi çoktan ölmüştü.
Yavaşça süründü, ulaştı ona. Kollarını uzattı ve sarıldılar son kez. Sonuncu fakat en uzun
sarılmalarıydı. Tam yedi gün boyunca sarıldı sevgilisine. Ancak ikinci gününde öldürüldüklerinin haberi
alındı. Günlerce cesetleri alınamadı. Yıllarca parmakla gösterilen çift, uzaktan bakılabilen cesetlerdi
artık. Yedi günün sonunda Sırp güçleri alabildi onları, annelerinin isteği ile defnedildiler.
Yerde yatan sadece iki sevgili değil, yıllarca bir arada yaşamış iki halktı, Yugoslavya’ydı.
Yugoslavya halkları yıllarca birlikte yaşadılar. Fabrikada terleri, cephelerde kanları birbirine karıştı ve
yeni bir ülke kurdular. Aynı anda hem Hitler hem de Mussolini’nin ordularına direndiler. Soğuk
Savaş’ın en çetin günlerini birlikte atlattılar. Fakat Yugoslavya’nın Sırat Köprüsü olan yıllarda katil
kurşunların hedefi oldular. Sarılıp düştüler. Ve bugün iki sevgili nasıl anılıyorsa, Yugoslavya da öyle
anılıyor. Özlemle 5 , sevgiyle.
Bir gün Boşko ve Admira ayağa kalkamayacak belki fakat Yugoslavya halkları kalkabilir. Bu ise
ancak düştükleri gibi, sarılarak mümkün olabilir.