Kalan olmanın vermiş olduğu acıyı yıllar önce görmüştüm. Gideni şanslı saymış, zor olanın kalan olmak olduğunu sanmıştım.
Yanılmışım.
Gitmenin getirisi olan sorumluluğun altında ezilmek, güçlü görünmek, uzaklaşmak zorluğun ta kendisiymiş meğer. Vedalar iki taraflı olmaz, veda eden yani etmek zorunda olan giden taraf olurmuş meğer. Vedanın getirmiş olduğu keder gidenin omuzlarında taşınırmış. Ağlayabilmek çaresizlik değil bir terapiymiş aslında. Asıl mesele, gerçek çaresizlik; ağlayamamakmış.
Gitmek çok zormuş. Aynı büyümek gibi.
Şimdi bundan tam beş yıl önceki 31 ağustosa bakıyorum uzaktan. Yine gitmekle yüzleştiğim bir noktada gidemeyişime, gitmek eylemi altında ezilişime bakıyorum. O zamanlar gitmek zorunda olduğum yer toprağın ortalama dört metre altıydı şimdiki ise üzerinde olduğum toprağın ortalama üç bin km uzağı…
Doğduğum şehir, büyüdüğüm şehir, bildiğim şehir bir veda bekliyor benden. Ailem bir veda bekliyor, sevgilim bir veda bekliyor, arkadaşlarım, tanıdıklarım, akrabalarım… Ben ise bu ”veda”yı koymuşum önüme enine boyuna düşünüyorum öyle. Onlara yabancılaşmadan, kendimi harcamadan nasıl başaracağım veda etmeyi diye. Veda etmeyi ne kadar istiyorum ya da buna ne kadar hazırım diye bakıyorum. Belki de vedaların altından kalkmaya hiçbir zaman hazır olamıyor insan, belki de veda etmek eyleminin temeli asla hazır olamamaktan geçiyor, bilemiyorum.
Kendimle verdiğim savaşı beş yıl önce bu gün veda edemeyerek kazandım ben. Şimdi ise yeni savaş kapıda bu seferki hayatla ve savaşa bir-sıfır önde başlamanın yolu veda etmekten geçiyor.