“Peki anne, öyle olsun!” diye bağırdı kız ve evin kapısını çarparak sokağa çıktı. Bağdat Caddesi her zamanki gibi kalabalıktı. İnsanlar her yerdeydi. İrili ufaklı, şişman zayıf, tatlı tatsız her çeşit insan… Bir dere gibi akıyorlardı. Bazıları birbirine hararetle bir şey anlatıyor, bazıları gülümsüyor, bazıları UFO görmüş gibi -turist olmalıydılar- çevreye bakıyordu. Hiç kimse kızın umurunda değildi şimdi.
Saçını açtı ve dalgalanmasına izin verdi. Rüzgara karşı gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Herkes ona bakıyordu. Kollarını yana açmış, derin nefesler alan, yirmi yaşında bir kız. Annesiyle kavga etmiş, annesi onu desteklemiyormuş çünkü kızı erkek peşindeymiş. Kızı orospu olmuş çıkmış. Bunu neye dayanarak mı söylüyormuş? Kızının bilgisayarını incelemiş de ondan! Yürüyerek kızın yanından geçenler bunu bilmiyordu tabi. Bu kız neden sokak ortasında yoga yapar gibi kolunu bacağını sallıyor diye kafa yoruyor olmalıydılar. Dediğimiz gibi: Kimse kızın umurunda değildi.
Yürümeye başladı. Kolsuz, çiçek desenli bir elbise giymişti. Rüzgar eteğini uçuşturuyordu, ona müdahale etmek istemedi. Kız, onun bacaklarını inceleyen kör gözleri görebiliyordu. Her yerdeydiler ama hiçbir yerdeydiler. Yakın ama uzak. Tıpkı güneşi görmek ama ona ulaşamamak gibi. Yürürken bağcıkları sallanıyordu. Evden alelacele çıktığı için eline gelen ayakkabıyı giymişti. Yanlış ayakkabıyı seçmişti. Olsun canım. Ne fark ederdi? Erkeklerin ilgilendiği yer ayakkabılar değildi.
Ayaklarıyla zemini hissetmeyi severdi. Kaldırım taşlarının sertliği ya da toprağın yumuşaklığı ona geçmişi hatırlatırdı. Küçükken yalınayak dolaşırdı sokaklarda. Annesi kızına ayakkabı giydirirdi ama kız evden uzaklaşınca ayakkabısını eline alır, öyle yürürdü. Tabanları su toplayana, nasır olana kadar yürürdü. Asla yılmazdı. Ayakları yara içinde kalsa da o, acıyı hissetmezdi. Özellikle yağmurlu havalar harika olurdu. Çamuru parmaklarının arasında hissetmek, ağzını açıp yağmuru tatmaya çalışmak… Bunu yaparken en sevdiği ezgiyi mırıldanırdı.
Bunu hatırlayan kız, hiçbir insana aldırmadan, tıpkı eskiden yaptığı gibi ayakkabısını çıkardı ve yalınayak yürümeye başladı.
Yalnız bir çocuk olmuştu. Doğduğundan beri aynı evde oturmasına rağmen hiç arkadaşı olmamıştı. Onunla ilgilenen tek kişi mahallenin baloncu amcasıydı. Bu amcanın rengarenk balonları olurdu. Kız bunlara hasretle bakardı. Annesinden yalvar yakar, mor olan balonu alırdı. Ardından bir kaldırıma oturur, top sektiren çocukları seyrederdi. Ağlamamaya çalışırdı ama bu konuda başarılı olamazdı. Kimse de sormazdı ona neden ağlıyorsun diye. Herkes ondan bitli diye kaçardı çünkü yara bere içindeki pis ayakları çocuklara böyle bir izlenim verirdi.
Günlerden bir gün kız yalınayak dolaşıp eve dönmüştü. Ayakkabıyı giymeyi unuttuğundan habersiz, evin kapısını çalmıştı. Annesini onu o halde görünce kıyameti koparmıştı. Kolundan yakalayıp içeriye çekmişti onu ve temiz bir dayak yedirmişti. Tokatlamıştı. Terlikle minik poposuna vurmuştu. Öyle sert vurmuştu ki, kızarıklık haftalarca geçmemişti. Oturduğu zaman “Ah!” diye ayağa fırlardı. Zavallı, küçük kız… Bu zamandan sonra bir daha tek başına dışarıya çıkamamıştı. Çıkartmamışlardı.
Bacakları ağrıyana kadar yürüdü. Herkes onun ayaklarına bakıyordu. Caddenin sonuna gelince ve gene yürümeye başladı. Cebine cüzdanını sıkıştırmayı unutmamıştı. Şu yakıcı günde ona annesini unutturacak bir şey içmek istedi. Ahşap koltukları olan bir kafeye denk geldi. Dışarıda yer yoktu. Resmen ana baba günüydü. Havanın güzelliğinden faydalanmak isteyenler çocuklarını da alıp nedense bu kafeye gelmişlerdi. Kız içeriye girdi.
İçerisi serindi ve daha boştu. Rengarenk insanlar sohbet ediyordu, bazıları günü tatlıya bağlamak için pasta yiyordu. Çocuklar da vardı. Masaların arasında koşuşturuyorlardı. Kulakların annelerinin ve babalarının uyarılarına tıkalıydı. Garsonlar siparişleri yetiştirmek için oradan oraya gidiyordu. Kimse içeriye giren, yalınayak kızı fark etmedi. Bu güzeldi. Kız, insanlarla konuşmayı sevmezdi. Ayakkabısını giydi ve köşedeki boş masaya oturdu.
Biri konuşunca irkildi. “Orası dolu hanımefendi.” Bu bir garsondu. “Onun karşısındaki masa boş.”
Kız garsonu dinledi ve oraya oturdu. Tuvaletin yanındaydı ve sürekli sifon sesi geliyordu. Önce annem şimdi de sifon diye düşündü kız ama istifini bozmadı. Bugünü güzel geçirecekti.
“Ne istersiniz?” diye çıkageldi garson. Elinde not kağıdı, hazır bekliyordu.
“Ben…
“Buzlu limonatamız var, arzu ederseniz. Hatta soğuk profiterol de verebilirim.”
“Ben limonata rica edeyim.”
Adam kağıda hızlıca yazdı ve masaya bırakıp gitti.
Kızın oturmak istediği masaya kim gelecekti acaba? Masa yeni cilalanmış gibi parlıyordu. Peçeteler bile farklı renkteydi. Bardak en iyi bulaşık kapsülüyle yıkanmış gibiydi. Belki de adamlar bardağı bizzat temizlemişti. Kız şu kanıya vardı: Masaya gelecek kişi önemli biri olmalıydı.
Limonatası geldiğinde ve kız onu yudumladığında midesindeki serinlik bütün vücuduna yayıldı. Gözleri kapadı ve insanların konuşmalarını dinledi. Rahatlamıştı. O kadar rahatlamıştı ki, kendi telefonunun çaldığını duyunca bardağı devirdi. Limonata zeminle birleşince çişe benzemişti. Önce annem, sifonlar ve şimdi de limonata.
Bütün kafeyi sessizlik kapladı. Tek ses kızın telefonuydu.
“Limonatayı düşürdüm,” dedi kız ve herkes konuşmaya devam etti.
Garsonlardan biri limonatayı sildi. Kız, kendisine bakan sözleri hissediyordu.
Annesini meşgule atmıştı ama kadın aramayı sürdürüyordu.
“Efendim anne?” diye telefonu açtı kız. Olabildiğince sinirli konuşmaya çalışıyordu.
“Kızım nerelere gittin?” Annesinin sesi endişeliydi. “Öylesine çekip gittin!”
“Sen dırdır edecektin de ben evde mi kalacaktım?”
“Ne dırdırı a canım kızım!”
“Sen değil miydin bana şımardığımı söyleyen? Bir de utanmadan bilgisayarımı karıştırmışsın!”
“Kızım… Gerçekleri söylemek günah mı?” dedi annesi.
“Anne sana inanmıyorum.”
“Neden kızım?”
“Yaptığın şeyleri yapmamış gibi anlatıyorsun!”
“Kızım ne diyorsun? Ben öyle yapar mıyım?”
Kız sustu.
“Boş ver anne,” dedi sonra. “Telefonu kapatıyorum.”
“Kızım dur. Nerede olduğunu söylemedin?”
“Seni ilgilendirmez.”
Telefonu kapadı.
Annesiyle iyi bir ilişkisi olsun isterdi ama onun bencilce davranışları buna izin vermiyordu. Annesi kızını herkesten uzak tutmaya çalışırdı. Bunun sebebi kendisinden çıkan yavrunun herkesten farklı olmasını istemesiydi. Onu giydirecekti, baleye gönderecekti, piyano hocası tutacaktı. Kısacası, kocası ölmeden önce adamcağız ne kazandıysa hepsini harcayacaktı. Annesi, kendi arkadaşlarına nasıl bir izlenim sağladığına dikkat ederdi. Bunun ve bunun gibi şeyler… Kızının sokakta yalınayak dolaşan bir tip olacağını nereden bilebilirdi?
Kız yeni bir limonata söylemedi. Tam kalkmayı düşünürken o şey gerçekleşti. Kızın senelerdir beklediği ama bulamadığı, senelerdir arzuladığı ama cesaret edemediği, senelerdir kalbinin bir köşesini istila eden o şey gerçekleşti. Kalbi yerinden fırlayacakmış gibi attı, yüzü kasıldı. Gözlerini dahi kırpamaz oldu. Oturduğu sandalyeye zincirlenmiş gibiydi. Çevresindeki kimse onun bu halini fark etmemişti. Kız, ayaklarını birbirine sürttü. Gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı ve içinden üçe kadar saydı.
Gözlerini açtığında o şey hala gerçekleşiyordu.
Rüyalarına kök salmış bu şey şu anda öyle canlıydı ki… Kız ona dokunabilirdi. Onunla konuşmayı deneyebilirdi. Boğazı düğümlenmişti ve eğer konuşursa, sesi pelikan gibi çıkacaktı. Birinci annem, ikinci sifon, üçüncü limonata ve şimdi… şimdi de…
O şey kapının önündeydi. Saçları dağınıktı ve kahverengiydi. Kaç yaşındaydı? Yirmi beş civarı? Kız emin olamadı, bu da umurunda değildi zaten. Şeyin gözleri masmaviydi. Şey, gözlerini insanların üzerinde gezdirdi. Nasıl da derin bakıyordu! Göz torbaları yorgunluktan açığa çıkmıştı ve bu ona tanrısal bir nitelik kazandırmıştı. Burnu küçüktü ve düzgündü. Dudakları dolgundu. Kız onları öpmek istedi. Kim bilir kaç kişi daha öpmek istemişti o dudakları? O şey takım elbise giymişti. Kravatını gevşetmişti ve yakasını açmıştı. Gömleği beyazdı, ceketiyse siyah. Yakıcı temmuz güneşini tahrik etmeye mi çalışıyordu siyah giyerek? Gerçi onunherhangi bir şeyi tahrik etmek için siyah giymesine gerek yoktu. Şöyle bir bakması yeterliydi. İnce parmakları, ceketiyle aynı renk pantolonu, siyah ayakkabıları…
“Başka bir limonata ister misiniz?” diye sordu garson ve kız yerinde zıpladı.
“Ay!” dedi. “Yok… Hayır… Teşekkür ederim.”
Adam yürüdü. Ayakkabıları tok bir ses çıkarıyordu. Önceden ayrılan masaya oturdu. İçeri girdiğinden beri hiç konuşmamıştı. Garsonların da onunla konuştuğu yoktu. Her şey önceden ayarlanmış gibiydi. Garsonlardan biri aceleyle siparişi söyledi.
Adam gülümsemiyordu.
Kızın elleri titremeye başlamıştı. Eski anılar onu itekleyip duruyordu. Bileğine bağladığı mor balon, futbol oynayan çocuklar, yalınayak yürümek… Adamın yemeği geldiğinde ve yemeye başladığında kız dayanamayacağını hissetti. Adam tam karşısındaydı.Kız ayağa kalkabilirdi, onunla konuşabilirdi ama nasıl…
Kız işkence çekiyordu. Kaynağını bilmediği bir sıcaklık bütün vücuduna yayılmıştı ve kızın kalçalarının sağa sola hareket etmesine neden oluyordu. Birinci annem, ikinci sifon, üçüncü limonata ve şimdi…
Tuvaletten bir sifon sesi geldi.
Bunu şimdi yapabilirim diye düşündü kız ama hayır, olmadı.
Kızın içince onu hapseden, kimselerin fark etmediği korkaklık şimdi bir kenara çekilmişti. Cesaret onun yerini almıştı. Bu onun gülümsemesini sağladı. Adamın gözlerine baktı. Senelerdir onu tanıyormuş gibi bir izlenime kapıldı. Onu bütün benliğiyle hissediyordu.
Kız sandalyeden kalktı. Saçının bir tutamını kulağının arkasına aldı. Tam adım attı ki… Kaydı. Düşecek gibi oldu ve hemen masaya tutundu. Garson limonatanın bir kısmını silmeyi unutmuş olmalıydı. Küçük bir çığlık atmıştı. Şey ona gülüyordu şimdi.
Gülüyordu! Gülüyordu!
Tek yapması gereken adama yürümekti. Sanki yürümeyi yeni öğrenmişti. Bir adım attı, iki adım attı. Derin bir nefes aldı. Bedenindeki harareti duymamaya çalıştı.
Masanın yanındaydı ve adam yemek yemeyi kesmiş, kıza bakıyordu.
Kızın boğazı düğümlenmişti ama konuşmayı başardı.
“Merhaba,” dedi kız. Sesi keşfedilmemiş bir kuş gibi çıkmıştı. Nasıl bir türe benzediğini bilmiyordu ama adam bu sefer güldü. Sesi kalındı ve insanın içine işliyordu.
Ve işte oradaydı. Kız konuşmuştu. Senelerdir beklediği şey..
“Merhaba,” dedi adam. “Otursana.”
Kızın hayatı değişti.